20091230

Office

Ofis çiftçinin kara gün dostuysa,

Office de beyaz yakanın kara gün dostu olabilir pekala.

20091228

Aşk-ı Emekli Memur

Şu dizide Bihlül insanını bi kere olsun ders/sınav derdinde göremedim.

kazık kadar boyuna bakılırsa üniversitede okuyor Bihlül. Paranın haddi ve hesabının olmadığı düşünülürse de bi vakıf üniversitesinde. (Sonradan öğrendim, Fransa'da okuyormuş önce. Sonra Galatasaray üniversitesine başlamış.)

Tamam Bihlül, hayta olabilirsin. tuzun kuru olduğu için akademik kariyer yerine fındık kırma konusunda kariyer yapmayı hedef belirlemiş ve bu hedef doğrultusunda emin adımlarla ilerliyor da olabilirsin. Biz de üniversite okuduk. Biz de ara ara haytalık yapıp dersleri boşladık. Bizimki de vakıf üniversitesiydi, bu yüzden kendimizden çok daha hayta olan, dersleri hiç umursamayan arkadaşlar da gördük okul yıllarında.

Yalnız aramızda dersleri en umursamayan arkadaşlar bile "Hasktir, bu dersten bu sene de çakarsam okuldan atılacağım" benzeri stresler yaşıyordu bazı bazı.

Bi kerecik de bitter aradığında "yarın vizem var, ona çalışmam lazım" de yahu. Çalışmayacaksan da "vizem var ama koy götüne, seninle olmak varken vize de ne" falan de.

Ya da ne bileyim, bir akşam dönemin en çalışkanı pozisyonundaki arkadaşını arayıp yalakalık yap "hacı, yarın ödev teslimi varmış, sabah erken gel de senden çekeyim olmaz mı" diye sor.

Bi kerecik de eve elinde bölümün en güzel not tutan ama notlarını kimseye vermeyen kızının defterinden çektirdiğin fotokopilerle gel. Hem bak Bitter'i de kıskandırırsın "notlarını kimseye vermez ama ben cazibemi kullanıp aldım" falan diyerek.

Hayır o kadar mı zekisin de dersi derste anlıyorsun bilemedim ki.

Aşk-ı Memur

Şuna çok güldüm bugün, paylaşmadan edemedim.

Bir de bir yerde okudum geçenlerde de nerde bilemedim.

İki genç kız kitapçıda gezinirken biri diğerine "Aaa, aşk-ı Memur'un kitabı çıkmış" müjdeli haberini vermiş.

Kızım, dizinin fragmanında bile inleye inleye söylüyor, "Halit Ziya'nın ölümsüz eserinden" diye. Sen dizinin senaristi mi sanıyorsun Halit Ziya'yı?

20091225

10...9...seki.... hmpf. Neydi!?

Şöyle bir balon haber ne güzel olurdu:


Ondan Geriye Sayamayan Gencin Yılbaşı Dramı!

On milyonda bir rastlanan Geri Vites hastalığına yakalanan B.T; ondan geriye sayamamanın ezikliğini her yılbaşında yaşıyor.

Bu ilginç hastalık sebebiyle hayattan zevk alamadığını belirten B.T, içini muhabirimize döktü:

"İlkokul birde sayıları öğrenirken öğretmenimiz sırayla bütün sınıfa ondan geriye doğru saydırıyordu. Sıram geldiğinde ben de sıramda ayağa kalktım, on, dokuz, sekiz diye saydım sıfıra kadar. Başarımın gururunu yaşayarak sırama oturmamla çığlık çığlığa havaya zıplamam bir oldu. Eşek sıra arkadaşımın sırama koyduğu raptiye ben oturunca popoma girmişti. O an zaten sınıfa bi rezil oldum o kadar çığlık atınca.

Bi de raptiyeyi çıkarmaya çalışırken raptiyenin o geniş kısmı kırıldı, sivri kısmı içerde kaldı. Doktora zor yetiştik ondan sonra.

İşte o günden beri ne zaman ondan geriye saymaya çalışsam aklıma o an geliyor. Ter basıyor hemen. Gözlerim kararıyor, kalbim küt küt atmaya başlıyor, karıştırıyorum sayıları.

Çok uğraştım bu hastalığı yenebilmek için. Ne doktorlara, psikologlara, hocalara göründüm; hiç biri derman olamadı hastalığıma. En fazla sekize gelebiliyorum. Sonra apışıp kalıyorum.

En büyük problemi de yılbaşlarında yaşıyorum. Malum, yılbaşının en büyük geleneklerinden biri TRT 1'de çıkan dansözlerin yerlerini devrettiği, cnbc-e'de yayınlanan Victoria's Secret Fashion show, biri tombala, biri de geceyarısına on saniye kala ondan geriye doğru saymak.

Yılbaşı eğlencesinin zirve yaptığı o an... Herkes toplanıp saymaya başlıyor; on... dokuz... diye. Ben kalakalıyorum.

Bilemezsiniz kendimi o an nasıl da yalnız hissediyorum. Düşünebiliyor musunuz, bütün dünya, hadi bütün dünya demeyeyim, gmt+2 zaman diliminde bulunan bütün dünya on, dokuz diye sayarken ben sayamıyorum. Herkes o mutluluğu yaşarken ben sadece uzaktan izliyorum. Sanki dünyalı değil uzaylıyım ben o an.

Herkes neşeyle "Sıfııııır" diye bağırıp birbirine sarılırken ben gözyaşlarımı içime akıtıyorum.

Bu hastalığıma neden tedavi bulunamadığını da biliyorum aslında. Yeni yıla nasıl girersen bütün yıl öyle geçer ya hani. Ben her yeni yıla ondan geri saymaya çalışarak ama sayamayarak giriyorum lan! "


20091224

Gol

Kriptonit görmüş superman gibi şaşkınlaşabiliyorum bazen. Şöyle

20091221

Mesane Syndrome

Pazartesi gününün yoğun iş temposu (bu laf da tam pazarlamacı lafı gibi gelir bana) içinde düşünmeye fırsat bulduğum sayılı zamanların birinde şu tespiti yaptım.

İnsanın başına ne gelirse çişinden gelir.

Hadi o kadar iddialı olmayayım, şöyle diyeyim: insanın başına çişi yüzünden çok şey gelir.

Kendi litaratürümde "çiş geliyorum demez" olarak nitelendirdiğim sendromun beni nasıl maymun ettiğinin örneklerinden bir tanesini yazmıştım zaten şurda .

Başıma çiş kaynaklı -ve saysan on kişinin bilmediği- iki olay daha geldi ki rezalet konusunda direkten döndüğüm asıl iki durum bunlardır.

2004 yılında, bu zamanlar askerdeydim. 12 Aralık'ta teslim olmuştuk işte. Daha ilk günümüz, herkes ilk gördüğü insanla konuşup ortak bir nokta bulur da kanka olurum ümidinde. Şaşkın gibiyiz resmen. Bizi nereye sürerlerse oraya gidiyoruz, yaklaşık 300 kişilik bir grup.

İlk gün yapılması gerekenler bitti, koğuşlarımızın olduğu katlara geçtik. Neyse ki tüm kısa dönemler aynı koğuşlarda kalıyordu da herkes aynı şekilde yabancıydı ortama. Koğuşlarımızın açıldığı koridorlarda sıralı dolaplarımızın önünde pijamalarımızı giyip, botlarımızı da dolaplarımızın önüne bırakarak yataklarımıza gittik kurallar gereği.

Askerlikte ilk gece çok garip cidden. Yatıyorsun, uyuyamıyorsun. Aklında geride bıraktıkların var, askerlikte nelerle karşılaşacağının düşüncesi var falan. Onları düşünürken daldığım uykum çişimin gelmesiyle bölündü gece bi ara. Muhtemelen gecenin üçünde falan. Kalktım, ara katlarda bulunan tuvaletlerin birine ulaşmak için yarım kat yukarı çıktım. Tuvaletten çıktım, koğuşa döndüm, yattım.

Oh, ne güzel.

Ta ki sabaha kadar.

Sabah 5:30'da uyandırıldık. Neyse ki kısa dönemler görece baya medeni oluyorlar da "Arkadaşlar, sabah oldu, hadi kalkın lütfen" diye uyandırıyor o günün koğuş nöbetçisi. Kalktım, giyinmek için koridordaki dolabın başına gittim.

A aa? Botlarım yok! Ulan, botların çalınır demişlerdi, ben de kendimi buna hazırlamıştım, tamam. Ama ilk geceden bot mu çalınır lan? Toplasan 3 sat giymiştim daha. Özene bezene keçe yerleştirmiştim içine. Onu bıraksaydı bari çalan.

Sonra soğukkanlılığımı koruyarak "Neyse, bugün de terlikle gezerim. Komutanlar anlayışla karşılar herhalde" diye düşünüyorum ama bi yandan da ilk günümde böyle bir rezillikle tüm bölüğün celebrity'si olma düşüncesi canımı sıkıyor.

Yapacak bir şey yok diyip dolabımı açtım.

Oha! dolabım da bomboş. Botları çaldın, bari dolaptakileri bıraksaydın lan.

Bomboş dolabı görmenin şoku takriben 2 saniye sürdü, zeki bir Türk askeri olarak kendimi hemen toparladım. Sonra kafamı kaldırıp önünde bulunduğum -ve ilk gecemin yarısını içinde geçirdiğim- koğuş numarasına bakmak geldi aklıma.

Gece koğuşumdan kalkıp, yarım kat yukardaki tuvalete gitmiş, işim bittikten sonra bi yarım kat daha yukarı çıkarak koğuşumun bir üst katındaki, tam koğuşumun hizasına gelen koğuşa dönmüştüm.

Çok büyük bir şans eseri o koğuşta kendi yatağımmışcasına yatıp uyuduğum yatak boştu da, kendimi askere yeni teslim olmuş başka bir kısa dönemin koynunda bulmadım. Neyse ki ilk sabahtı, kimse birbirini tanımıyordu. Haliyle o koğuşta olmaması gereken birinin uyuduğunu da farketmemişlerdi.

Hiçbir şey olmamış gibi indim kendi koğuşuma. Yerli yerinde duran botlarımı ve eşyalarımı giyim, çıktım dışarı.

Bu arada, iki olay demiştim de. Bu postu bile pazartesi yazmaya başlayıp çarşamba gecesi bitirebildim. Diğer olayı da yazarım bi ara.

20091219

Bir entelektüelite göstergesi olarak üç nokta yanyana

Bir asker arkadaşım var, yazar kendisi. Kitabını hala bitirememiş olsam da yazdıklarını ve yaptıklarını takdir ettiğim bir insan. Belli bir kitle de var haliyle onu takip eden.

Neyse işte, facebook'ta her "status" değiştirdiğinde, her yeni not eklediğinde çeşitli yorumlar geliyor söz konusu kitlenin bir kısmından.

Yorumları pek okumuyorum da, hep gözüme takılıyor. Üç yorumdan iki tanesi falan "..." ile bitiyor.

Bir örnek not;

İstanbul senin için neyi ifade ediyor?

- Özgürlük...
- Mahkumiyet...
- İstabul başımın belası sevgilim...


Eee?

Genel olarak insanlar cümlelerinin sonuna "..." koyunca cümleye edebi bir değer, bir gizem kattıklarını falan düşünüyor sanırım.

Ya da "üstadım, bu konu üzerinde saatlerce tartışabilirim ama şimdilik şu iki kelimeyle idare ediver, çok meşgulüm" demek istiyorlar.

Ama o kadar sık kullanıyorlar ki, tren rayı niyetine üç nokta yan yana kullanılabilseydi şu boşa kullanılan üç noktalarla yurdun dört bir tarafını demiryolu ağlarıyla örebilirdik resmen.

Bense illet olurum bu noktalama işaretinin sürekli kullanımına.
Özellikle bir dönem yardıra yardıra yazardım, varsan baksan sayılıdır bu işarete başvurduğum.


Bi de bana neyse.

Entelektüelite kelimesini de ben mi uydurdum emin olamadım bi an.

20091218

Karşılaşmış Mıydık?

Bence kadınlar kendilerine kur yapan erkeğe "Daha önce bir yerde karşılaşmış olabilir miyiz acaba?" sorusunu sormalı, erkeği denemek adına.

Kadın "Hiç sanmam, karşılaşmış olsak bu güzelliği mutlaka hatırlardım" minvalinde bir cavap alırsa bilsin ki karşısındaki erkek klişelerin, ucuz numaraların adamı.

20091217

Jack

Karısı tarafından çok eğlendirilen Jack'e ne denir?

Karın neşen Jack.

Geceleri Teyp Çalan Terör

İki üç hafta önce apartmanın otoparkında yan camı patlamış bi araba gördüm. "Ah yazık, öndeki araba taş falan fırlattı herhalde" diye düşündüm.

Ertesi gün arabanın sahibiyle karşılaştım, "dikkatli olun, dün gece daha geçen hafta aldığım navigasyonlu teybimi çalmışlar" dedi.
Adama geçmiş olsun dedikten sonra ne safmışım, dedim kendime de.

Bu sabah, otoparkta arabamın yanında duran arabanın arka camı patlak, o camı taşıyan kapısı da açıktı. Oha dedim, yine hırsız.

Tam bu kez o kadar da saf olmadığım için kendimle gurur duymak üzereyken kendi kapıma ulaşmak için camı patlatılmış arabanın kapısını avuçlayarak kapattığım geldi aklıma.

Şimdi hafiften tırsıyorum parmak izi falan alırlarsa benim parmak izim de tabak gibi çıkacak diye.

20091215

Dev. Fav.

Fotoğraf çekme konusundaki aktivitem markette gördüğüm jelibon, çırpma aparatı; şirkette gördüğüm somun, cıvata vb. malzemeleri alıp eve getirip şekilden şekile sokarak fotoğraflamaya çalışmak suretiyle devam ediyor çoğu zaman. Kafamda canlandırdığım gibi sonuç elde ettiğim pek olmuyor.

Haliyle hiç de iddiam yok fotoğraf konusunda.

Zaten üç insandan birinin ayna yardımıyla çekilmiş, yüzünün yarısının dslr makine tarafından kapatıldığı self portrait fotoğrafa sahip olduğu bir popülasyon içinde iddialı olma sırası bana gelmez şimdilik.

Asıl olay o değil zaten.

Şu: Deviantart'a eklediğim fotoğrafları favorileri arasına alan kullanıcılara göz gezdirip bir istatistik çıkardım dün kendi çapımda.

Fotoğraflarımı beğenip favori yapan kullanıcıların çoğunun yaşları 18-15 arasında. 14 falan da var hatta. Sanırım bir, hadi en fala iki kişi var 20 yaş üzeri. Büyük çoğunluğu dişi.

Tamam, yaş kesinlikle bir kriter değil. Ama yine de bi bozuldum resmen.

Tam kendimi ortaokullu kızların hastası olduğu Hepsi grubunun fotoğraf çeken hali gibi hissetmeye başlamıştım ki solo takıldığım geldi aklıma.

Azıcık içim rahatladı.

20091211

Eyvah

Sabahtan beri eşekler gibi yağmur yağmasına rağmen ekstra bir trafik yoğunluğu yoktu. Hatta normalden daha azdı trafik.

Hava buz gibiydi. Şirkete geldim, her zaman üşüdüğüm odam sıcaktı.

Bugün bi garip. Dünyanın sonu falan olabilir.

20091210

Mum

Karanlıktasındır. Bir mum bulursun el yordamıyla, şansının yardımıyla.

Cebindeki son kibriti o mumu yakmak için kullanırsın. Aydınlanır etrafın. Çevreni görmeye başlarsın. Önünü göremediğin için sağa sola çarpmamak için hareketsiz kalmak zorunda değilsindir artık. İçinde bulunduğun odayı keşfe dalar gözlerin. Karanlıkta göremediklerinin farkına varırsın. Duvarların renginin ne güzel olduğunu, köşede duran pikabın eski olmasına rağmen hala nasıl bu kadar bakımlı olabildiğini düşünürsün.

Sonra mumun gelir aklına. Ya sönerse diye korkarsın.

Sönmemelidir o mum. Sönerse yine karanlıkta kalırsın. Artık kibritin de yoktur onu yakacak. Mumun sönerse kim bilir ne zaman tekrar aydınlığa çıkarsın.

Bu korkuyla kuytu bir yere çekersin mumunu, elin çarpar da devirirsen diye.

Sonra bu da yetmez, etrafına bir set çekersin, rüzgarın gelip mumunu söndürmemesi için.

Etrafında o set varken odanın eskisi kadar aydınlanmadığını farkedersin. Ama olsun, bu haliyle de yanıyordur mumun. O senin ışığındır. Hatta sıcaklık da verir sana, içini ısıtır biraz.

Ama mumunun üzerine fazla düşer, rüzgardan sönmesin diye üzerine bir fanus kapatırsan en büyük hatayı yaparsın.

Fanusun içindeki oksijen bitene kadar çok kısa bir süre yanar, sonra gözünün önünde söner gider mumun.

Yine kalırsın karanlıkta. Yaptığın hatanın farkında, tekrar ne zaman aydınlanacağını bilmeyerek.


Aşk da böyledir bazen. Karanlıkta olmasan da biri girer hayatına. Onu tanımadan önceki zamanlardan daha aydınlık oluverir dünya senin için.

Mumun olur senin. Hayatına o girmeden önce de yaşıyorsundur, mutlusundur. Ama o varken hayattan daha fazla keyif almaya başlarsın. Farklı bir gözle görürsün içinde yaşadığın dünyayı. Gökyüzünün mavisinin ne kadar güzel olduğunu, kuşların ne kadar melodik öttüğünü düşünürsün kendi kendine.

Bazen etrafına set çekmen gerekir sevdiğinin. Ama o senden uzaklaşmasın diye değil, o korktuğu şeylerden uzak kalsın diye. Kendini set çekersin, o kimseye anlatamadığı sıkıntılarını sana anlatabilsin, anlatırken omzunda uyuyup kalabilsin diye. Sonra kaldırırsın o seti tekrar. Çünkü bilirsin ki onun ışığı kolay kolay sönmez.


Sevgili de mum gibidir. Senin olsa da, sana ışık vermeye devam etmek için havaya ihtiyacı vardır. Nefes almaya, kendi gibi olmaya.

Işığı hiç sönmesin diye onun üzerine bir fanus kapatırsan çok kısa sürer ışığı. Sonra gözünün önünde söner, gider.

Sevgiye dair son gücünü zaten en başında kibrit misali kullanmışsındır bu sevginin ateşini yakabilmek için.

Işığın sönünce eskiden normal gelen dünyan daha bi karanlık gelmeye başlar sana.


Kim bilir ne zaman kendinde güç, karşında bir mum bulursun da aydınlatırsın dünyanı tekrar.

20091209

Büyük Adam

İlkokul dörtte gittiğim dersanedeki Türkçe öğretmenim sınıfta başka kimsenin cevaplayamadığı bir soruyu cevaplamam üzerine "Sen büyük adam olacaksın" demişti. Hala çok net hatırlarım o anı.

Nerden baksan 18-19 yıl oldu.


Öğretmenim, saygısızlık etmek istemem ama;

Ben hala o büyük adam olacağım günü bekliyorum lan.
Heveslenmiştim hiç yoktan.





Göz > Gözlük > Gözlükçü > Gözlükçülük

20091208

Trabzon

Temel'e "Ankara'nın en çok nesini seviyorsun?" diye sormuşlar,
"Haçan Tirabzon'a dönüşinu" demiş.

20091207

Taksimat

Haftasonu karı koca iki arkadaş İzmir'den İstanbul'a geldi. Soner de yanlarındaydı. Bi de Utku aramıştı uzun zaman sonra, taksimde olcaz diye. İyi dedim, zaten gelicem o tarafa.

Trafiğin akşam dokuz gibi azalacağını düşündüm. E akşam dokuza kadar da boş boş oturmak olmaz diye bir kaç saat uyudum akşam üzeri. Sırf uyuyabilmek için kendimi bu trafik olayına inandırmış olabileceğim geldi bi an aklıma.

Sonra gitti hemen.

İyi ki de gitmiş, dokuzda evden çıktım, yaydıra yaydıra geçtim karşıya. Trafik falan yoktu pek, ta ki taksime yaklaşana kadar. Bi süre sonra yaydıra yaydıra gidememeye başladım.

Taksim resmen doluydu geçen cumartesi. Öyle mecaz anlamda falan değil, bildiğin doluydu. Alabileceği insan kapasitesini almıştı içine. Hatta dolmuştu da taşıyordu.

Taksim iyi ki bardak değilmiş diye düşündüm. Öyle olsaydı az sonra elinde 3 katlı dandik kağıt havluyla bi manken belirip o taşan kalabalığı siler, sonra da "sabrım taşarsa silerim" gibisinden artistik laflar eder diyebilirdi çünkü.

Korktum.

Hayır kadının öyle iddialı laflar etmesi neyse de, dandik kağıt havluyla silinen insanlara yazık olur. Kim bilir ne kadar serttir o dandik havlunun yüzeyi. Selpak falan olsa o kadar korkmazdım mesela.

Toplam kapasitesi dünyadaki araçların yarısına denk olduğunu düşündüğüm 3 otoparka baktım, üçünde de sıra var deli gibi. Ruhunu sıra beklerken teslim etmezsen beklerken önündeki arabanın üfürdüğü egsoz gazını solumaktan teslim edersin, kaçarın yok. Otoparka girebilmek için arabayı yağlı kızaklar üstüne yerleştirip öküzlere çektirmekten başka çözüm görünmüyor.

Bi taraftan da bizimkileri arıyor ara ara. Oturmadık, seni bekliyoruz diye. En son dayanadım, misafirlerim kusura bakmasın diye düşünerek aradım, siz oturun ben geri dönüyorum dedim. Bekle madem, biz de gelelim dediler. Geldiler de Beşiktaş'a gittik, medeniyete kavuştuk.

20091205

Yolver

Wolverine için şahane slogan:

Wolverine, görünce yolverin.

Niyet - Kısmet

İyi niyet bazen çok bayıcı olabiliyor.

Farlarımın birinin ampulü patlamış, ben gidip yeni ampul alana kadar akşam altı oldu. Eh dedim, işler bitsin ondan sonra değiştiririm.

İndim aşağı, daracık bir delikteki ampulü çıkarıp yerine yenisini takmakla uğraşıyorum. Bi tanesini değiştiricem, daha sırada diğeri var. Karanlık. Şirketin önündeki sokak lambasının ışığı en büyük lüksüm. Depocu arkadaşlardan biri gelip dikildi, "abi yardım edeyim mi" diye. "Gölge etme başka ihsan istemem" durumu tam. "Biraz kenara gel de ışığı kesme o yeter, ben hallediyorum" dedim.

Zaten akşam yedi olmuş, gece dışarı çıkmayacak olsam hayatta değiştirmem tek farla giderim eve kadar. Bizimki kenara geldi biraz ama ısrarla izlemeye devam ediyor. Bişeyle uğraşırken dilimi çıkarmışsam çok konsantre olmuşumdur olaya. Ve sinir olurum o an sağdan soldan gelen tavsiyelere.

Ama bizimki illa ki yardım edecek. Bi baktım, çıkarıp karıştırmamak için farklı yerlere koyduğum eski ampulleri almış, "abi bunları atıcaz di mi" diye soruyor. Dur dedim, çalışıyor onlardan biri. Ee? Hangisi? Karıştırdın ikisini. İşin yoksa bi de onu anla şimdi. Hallettik onu da. Ampulleri de taktık.

Eski ama sağlam ampulu kutusuna koymak kaldı bi tek. Kutu nerde? Çöpte. Benim yerime arkadaş atıvermiş.

20091204

O

Çiçeğim

2

İki gün boyunca "nerde kaldı bu" diye TNT'ye saydırarak beklediğim evrağı aslında üç gün önce teslim aldığımı farkedecek kadar yorgun olabiliyor bazen beynim.

20091201

Sahibinden Kısa Mesaj

Bayramımın kısa mesajla kutlanmasından pek hazzetmiyorum. Bildiğim kadarıyla bir çok insan hazzetmiyor bu durumdan. Ama bir çok insan da hala kısa mesajla bayram kutluyor. Demek ki toplamda hakikaten çok fazla insan var.

Bilmem umurlarında mı ama kısa mesajla bayramımı kutlayanlara genelde cevap yazmıyorum. Bariz seri mesaj oluyor çünkü onlar, rehberde A'dan başlayıp Z'ye kadar inerek herkese uğrayan mesajlar. Hatırlanmak falan değil yani bu durum. Gönderenin sizi hatırlaması değil, telefon rehberinde sıranızın gelmesi olayı bu.

Bu bayram Nazlı "Bütün bayramlarınızın şahane geçmesini dilerim" diye mesaj atmış, bi ona cevap yazdım "Bütün bayramlarınızın dokuz günlük resmi tatil olmasını dilerim" diye.

Hadi neyse, kısa mesajla bayram kutlama olayını bi yere kadar kabullenebiliyorum. Ama bazı insanların kutlama mesajının sonuna isimlerini yazmasını aklım almıyor bir türlü.

Bayram kutlayacak kadar muhabbetin varsa zaten kutladığın insanın telefon rehberinde kayıtlısındır. Yok kayıtlı değilimdir diyorsan zaten çok da muhabbetin yoktur.

Tanıdığın ama senin numaranı kendi telefon rehberine kaydetmediğini düşündüğün birine neden kutlama mesajı gönderirsin ki?

Belki de "Bak ben rehberinde kayıtlı bile değilim ama bayramını kutluyorum" şeklinde inceden bi utandırma hevesidir bu.

Yine Nazlı hatırlattı, geçen yıl "Bayramınızı en içten dileklerimle kutlar, nice mutlu bayramlar dilerim. Tarık MENGÜÇ" şeklinde bi tebrik mesaj göndermiştim.

Bi nevi bi karşı duruştu, bi protestoydu bu duruma. Gerçi bu protesto mesajını sadece Nazlı'ya gönderdim sanırım -ve umarım- ama olsun.

Seri kısa mesajlar yoluyla kutlanmaktan hazzetmeyen herkes böyle yapmalı belki de. Karşı taraf "Mal mı lan bu?" diye düşünüp mesaj göndermekten vazgeçebilir.

İlk-Okul

Geçen Perşembe telefonuma bir kısa mesaj geldi. Baktım, bayramınızı kutlarız diyor. Gönderene baktım, Atatürk İlköğretim Okulu. İlkokulum.

Yuh, dedim. Mezun olduktan sonra kapısından içeri girmedim ilkokulumun. Telefonum rehberde kayıtlı değil ki kayıtlı olsa bile sanmıyorum okul idaresi rehberden numara araştırsın. Facebook'tan ilkokul arkadaşlarımı falan bulmuşluğum da yok. Bulmuşluğum var gerçi de bulduklarımda telefon numaram yok. İlkokuldan beri arkadaşlığımın -yakın olarak- devam ettiği bi Emrah var işte. Telefonumu o vermiş olsa bir şekilde bana da söylerdi illa ki. Bilemedim telefonumu nerden bulmuşlar.

İlkokulumdan mesaj almak hoşuma gitti resmen. Sonra ilkokuldan ne zaman mezun oldum diye düşündüm. Üniversite biteli zaten altı yıl olmuş. Dört yıl üniversite, üç yıl lise, dört yıl da ortaokul. Bi daha yuh dedim. Onyedi yıl olmuş.

İlkokula başladığım ilk günü bile hatırlıyorum oysa ki.

20091125

Teşekkürler Turkcell

Turkcell, birlikte geçirdiğimiz onuncu yılın hediyesi olarak yıl dönümümüzde yapacağım görüşmelerden ücret almamayı layık görmüş bana.

Ne var ki geçen hafta telefon hattım öyle garipti ki kendilerinin konuyla ilgili gönderdikleri bilgilendirme mesajı ücretsiz görüşme yapabileceğim günden üç gün sonra ulaştı elime.

O da Rufus'un telefonumu düşürüp gövde ve pilin birbirlerinden ayrılmasına sebep olması, haliyle telefonumun kapanması suretiyle.

Telefon kapanıp açılmamış olsa, Turkcell'den ve daha nice insandan gelen mesajları belki de 11. yılımızın sonunda okuyabilecektim.

Vaziyet

Buro: En iğrenç facebook statusunu bulmuş olabilirim.
Nazlı: Meraklandım.
Buro: Buro is attending tuttending
Nazlı: Olm bulduğun şeyi küçümseme, bu dünyanın en iğrenç şeyi.

20091124

Ezik Şerit

Trafikte sağ şeritten gitmeyi gururlarına yediremeyen bir çok (çok derken nerden baksan toplamın %60'ı) insan var, buna eminim.

Çoğu zaman üç şeritli yolun en boş şeridinin en sağ şerit olmasının, bu şeritte önünüz bomboşken kapatıp sol şeritte gidebileceğinizden çok daha hızlı ve rahat gidebiliyor olmanızın başka bir açıklaması olamaz zira.

Psikologlar, sosyologlar ve konuyla ilgili donanım sahibi diğer insanlar bir araştırma yapsın rica edeceğim.

Sonuçları açıklasınlar, ben de "ben demiştim" diyeyim.




Tabi müşteri avındaki taksi, minibüs ve otobüs şoförlerini değerlendirme dışı tutuyoruz.

20091122

Mobil Bir Aygıt

Msn'de mobil bir aygıtla oturum açmak çok saçma bence.

Mobil aygıtın peşinden mi gezip duracam Msn'de birşeyler yazmak için.

20091120

Raf

Mutfak rafında/dolabında yer kazanmak için bir kupanın üzerine daha büyük bir kupayı yerleştirmek hiç akıllıca bir çözüm değil.

Büyük kupayı alırken altında küçük kupa olduğunu unutup küçük kupayı yere düşürmeniz çok olası.


Ben yapmadım zaten, öyle yazayım dedim. Siz de yapmayın diye.

Newsfeed

hurriyet.com.tr falan olsa "Facebook da domuz gribinden nasibini aldı" başlığı altında yazardı bu bilgiyi.

Facebook'un garip application'ları arasına domuz gribi olma riskimizi ölçen bi test de katılmış.

Yakında suggestions kısmında "Ayşe de domuz gribi, belki beraber doktora gidersiniz" gibisinden öneriler çıkarsa şaşırmamalı.

20091119

B.D.M

Ankara'da, Çetin Emeç üzerinde "Düşünce Merkezi" diye bi tabelaya rastlamıştım geçen yazki ziyaretlerimin birinde.

Merkeze "Meraba, biz düşünmeye gelmiştik" diyen çok insan gelmiş, merkez talebi karşılayamamış olacak ki "Bilimsel Düşünce Merkezi" olarak değiştirmişler tabelayı.

"Bari boş beleş insanlar gelip düşünmesin" diye düşündüler herhalde.

20091118

Reklam işini yanlış anlamak.

Sonuçta bu da yöntem tabi, ama reklam politikasını sunduğu ürünlerin/hizmetlerin ikamelerine bok atmak olarak belirleyen markalar sahiden de çok ucuz görünüyor gözümde. Dünya markası olsalar, dünyanın kalitesine sahip olsalar da değişmiyor bu önyargı.

Örnek verelim;

Defacto'nun reklamlarında sürekli kot pantolonlara atıfta bulunması.


Hayır ben olsam, önce kendi markama bakarım, -de facto olarak yazıldığında farklı anlamları olsa da- defective, defect falan çağrıştırıyor insana direk. En azından bana.

Tabak

Öğlen yemekhanede yemek alırken benmari önüne koyduğum tepsim içinde barındırdığı biri dolu olmak üzere toplam dört tabakla beraber devrildi ve ben yine şunu dedim:

Döktüm.

20091117

Para

Amerika'da çalışan Türkler paraya para demiyorlarmış.




Money diyorlarmış

Seyreltik Göz

Son 10 gündür falan gözüm hiç olmadığı kadar sık seğiriyor. Hiç olmadığı kadar derken, günde 3-4 kez falan. Baya da şiddetli sayılır.

Ya biri beni anıp duruyor, ki öyleyse bu kadar uzun süre seğirmesine ancak annemin birilerine doğumumdan itibaren beni anlatıyor olması falan sebep olabilir, ya da bir sağlık problemim var.

İnternetten bi bakınayım bari, göz seğirmesi nelere hikmetmiş.



Başlıkla post arasında anlam bütünlüğü olmadığını ben de biliyorum.

20091113

Renk

Rufus geldi, hayatıma renk kattı.


O geldiğinden beri elimden kolumdan kırmızı çizikler eksik olmuyor.

c/f

Cool ve fool kelimelerini birbirlerinden yalnızca birer harf ayırıyor ya. Birini yazayım derken pekala diğerini de yazabilirsiniz.


Belki de o yüzdendir insanların cool takılayım derken çoğu zaman fool durumuna düşmesi.


Çok Türkçe dışı bir anlatım oldu ya neyse.

Akvaryum

Ne zaman akvaryum lafı geçse biri illa ki çıkıp "Akvaryum dinlendirir" der ya.

Bi bana kısmet olmadı heralde akvaryumun dinlendirmesi olayı.

İlkokulda mıydım neydim, artık babam beni bahane edip kendi zevkini tatmin etmek için mi, küçük yaşta sorumluluk almayı öğreneyim diye mi, yoksa üç kişilik çepçekirdek ailemiz azıcık kalabalıklaşsın diye mi bilmem, akvaryum alıp gelmişti.

5-6 çeşit balık vardı içinde. En başta da gözümde "akvaryumların hamsisi" rütbesinde bulunan lepistesler vardı. Akvaryum balıklarının en ucuzları bunlar sanırım. Sonra uzun kuyruklarıyla kılıç balıkları, hakikaten şık görünen melek balıkları, "eh, bunlar da burda dursun da akvaryumu temizlesinler bari" kontenjanından yararlanarak akvaryuma girip ebleh ebleh gezen çöpçü balıkları falan vardı.

İlk günkü gibi kalsa akvaryum, ne güzel olur hayat.

Ama lepisteslerin tavşanlarla yarışacak hızda üreyebildiklerini anladığımız an bizim için akvaryumun dinlendiriciliği son bulmaya başladı.

Hala hatırlıyorum, bi gün doğurmaya başladı bi tanesi. Ben de ilk kez şahit oluyorum bu olaya, nası sevinçliyim. Bi de tüccar kafasıyla "Bi balıktan 10 tane daha çıktı, oha bire on" keyfi de yaşıyordum sanırım, yalan yok.

Yetişkin balıklar yavruları yemesin diye babamın anneme verdiği "başlarında dur, yeni doğan balık oldukça küçük havuza alırsın" talimatı yüzünden annem gözlerini dikmiş balıkları izlerken bi ara bi yanık kokusu sardı evi.

Annem çaydanlığı ocakta unutmuştu balıklar yüzünden. Gitti güzelim çaydanlık. Annem de balıkların başından çekilip gitti zaten sonra, 3 balık için demlik gitti diyerek.

Bi süre daha aynı hızla üremeye devam etti lepistesler. Her doğumda "aman yavruları yemesinler" stresi.

Bi yerden sonra biz de bıraktık gittik artık. En azından yemden kara geçerim diyip ilgilenmedim hiç yeni bebek doğumlarıyla.


Sonra akvaryumda balık harici organizmalar türedi, bana evrim teorisinin gerçek olabileceğini düşündüren. Bakımsız kalan balıklar temizlikçi kadın olmuşlardı belki de akvaryumlarını temizlemek için.

Akvaryum maceram bi süre sonra balıkların toplu halde halıya vurarak intiharıyla son buldu. Hepsi birlikte akvaryumdan halıya nasıl atladı hala aklım almaz pek.


Geçen yıl da şirketteki akvaryumun başına beni dikmişlerdi işte. Sonra noldu? Gümrükte mal var, benim aklımda balıkların yaşayıp yaşamadığı var. O akvaryum da balık sabunu yapmak için kullanılan gaz odası gibiydi resmen, 3 parti balık katliyamı yaşandı içine tüm engelleme çabalarıma rağmen.

Balıklara üzülüyordum tabi de, bi de "bi balık bakmayı beceremedin" etiketi yemenin stresi vardı üzerimde.


Ee akvaryum, hani dinlendiriyordun?

20091112

Reklamın Dıdısı

"Reklamın iyisi kötüsü olmaz" lafı anonim midir, yoksa sahibi belli midir araştırmadım ama bu cümleyi ilk kim kullandıysa dünyanın en loser reklamcısıydı ve başarısızlığına kılıf uydurmak için böyle bir yola başvurdu bence.

Mesela sırf şu Dilber Hala'lı reklamlar yüzünden ömür billah D-Smart abonesi olmamak için kendi kendine söz vermiş bir insanım ben. Abone olsam en güzel filmde bile sahnede bir anda Dilber hala belirip yaydıra yaydıra "Ben filmimi goruuğğm beğenen izler, beğenmeyen başka kanala zap ediip gider" falan diyecekmiş gibi gelir.

Ki sırf reklamı yüzünden kullanmadığım başka ürünler/hizmetler de var.


"İyisi kötüsü olmaz" sloganı genelde "Akılda kalıyo sonuçta" destek cümlesini getiriyor ya arkadan, ona da ayrı bi sinir oluyorum.

Kötü/itici bir şey akılda kalsa ne faydası var? Hatta mümkünse hatırda kalmasın, çünkü genelde hatırlayana zararı oluyor.

Nuri Alço gazozuma ilaç atıp beni bayıltsa ve gece istemim dışında ahenkli saatler yaşasak mesela; bu olay -ilacın etkisinde geçen saatlerimi saymazsak- hayatım boyunca hatırlayacağım kötü bi anı; Nuri Alço da hayatım boyunca unutamayacağım "pis adam" olur gözümde.

Ee, kötü ama akılda kalıyo. İyi bir şey mi?

Gerçi Nuri Alço bu eylemle markalaşabilir. Kullanılmayan marka.

Sivri

Şurda da belirttiğim üzere, yaz bittiği halde sivrisinek görmek nerdeyse Mayıs ayında ağaçların çiçeklendiğini görmek kadar mutluluk veriyor bana.

Bu mutluğu dün gece bana tekrar yaşatan sivrisineğe teşekkür eder, Erman hala öldürmediyse kendisine uzun -en azından kış sonuna kadar- ömür dilerim.

Reminder

"Güldalım" kesinlikle güzel bir iltifat/hitap şekli değil.

Detay

Sosyal mesaj gibisinden.





FM

Arabadayken dinlediğim iki radyo var. Haliyle arabadan indiğim anlarda da o radyolar açık kalıyor.

Ama arabaya binip radyo tekrar açıldığında bazen frekans 96.2 ya da 94.5'i gösteriyor olsa bile gelen yayın Kral FM'e ait oluyor.

"Senin yerin burası" gibi bir işaret midir, anlayamadım.

National Confusing

İsviçre'yle İsveç'i karıştıranı anlarım da, Danimarka'yla Hollanda'yı niye karıştırır insan inatla?

20091111

Kedi Bakımı

Şu Rufus'a baktığım kadar kendime baksam şimdi Kıvanç yerine ben oynuyor olurdum Beren'in karşısında.

20091110

Genel

Şmdiye kadar yaptığım en sığ genellemelerden biri olabilir bu:

Bir insanın çeşitli platformlarda kullandığı rumuzu "ruh pastası" ise o insan kesin şişmandır.

13

Track 13: Full İhtişam

Arabada Serdar dinlemişliğimiz de var.





It should have been Deer, not Dear

Aklımdakini yazmak için sayfayı açtım ve yazdığım ilk kelime yazmak istediğimden tamamen alakasız bir şekilde "Dear" oldu. Tamamen istem dışı.

İş icabı irtibatta olduğum insanlarla fazla e-mail trafiği yaşıyorum sanırım.

20091109

Domuz Gribine Türk Yaklaşımı

Domuz gribi aşısını Türkler de üretseydi aşının adı ne olurdu?

Domuz Gripini

Meşe Odunuyla Dövme Eşiği

Gayet sakin tabiyatlı bi insanım, daha önce de yazmışımdır muhtemelen. Ama bazı cümleler var ki, ağızdan çıktığı an sözün sahibinin bir yanağına Medyum Memiş'in Keto'ya attığı tokattan, diğer yanağına da Sevda Demirel'in Hande Ataizi'ne attığı tokattan atasım geliyor.

Hepsi aklıma gelmez şimdi ama sıralayalım cümlelerin birkaçını:

1. Ankara'nın en güzel ya...

Bu ekstrem bi durum. Daha cümle bitmeden tokatlamak gerekiyor ki ne büyük hata yaptığını anlasın, cümleyi bitirip "eki eki" diye gülemesin.

2. Büyük takımlar aldıkları kupalarla, küçük takımlarsa büyük takımları yenmekle övünürler: Pele olsam kramponumu çıkarıp poposuna fırlatırıp bu lafı edenin. Platini olsam "dilim tutulaydı da söylemeyeydim" derim.

3. Moda insanın kendine yakışanı giymesidir:
Sana hiçbir şey yakışmıyorsa iki seçeneğin var o zaman. ya modaya uyamayacaksın, ya da çıplak gezeceksin.

4. Reklamın iyisi kötüsü olmaz:
"hakan nonoşmuş, beni ellemeye kalktı" diye reklamını yapayım da bi gör, olur mu olmaz mı.

Yazmaya başlamadan önce daha güzel örnekler vardı sanki kafamda. Böyle anlatınca komik olmuyo.

Umut

İnsan (en azından ben) çok istediği şeyler konusunda bazen ne kadar saf olabiliyor.

2003 falandı sanırım. Ankara'da, üniversitedeydik. O zamana kadar verdiği konser/festival haberlerinin hiçbiri doğru çıkmayan Erdem gelip "Abi Bon Jovi geliyormuş" demişti. Gerçi o zaman Bon Jovi bir araya geliyor muydu, yoksa Jon Bon solo takılmaya devam mı ediyordu hatırlamıyorum.

Hem de Ankara'ya. Rock'n coke gibisinden bir festival olacaktı sözde. Gelecek diğer gruplardan biri de Cardigans'dı yanlış hatırlamıyorsam. Diğeri de rammstein olabilir.

Ben de Bon Jovi'yi dünya gözüyle canlı dinlemek isteyen bi insanım ya, olayın tüm mantıksızlığına rağmen inanmıştım bu habere.

Şimdi düşünüyorum da hakikaten ne büyük saflık etmişim. Bi kere olayın haberini veren bu konuda sözüne hiç güven olmayan Erdem. (Daha önce de Red Hot geliyor demişti sanırım) Onu geçtim, adamlar Ankara'ya geliyor.

"Ankara'ya Düden şelalesi geliyor" deseler daha inandırıcı olur resmen. (bkz: Keçiören dolayları)

Ankara'yı da geçtim, festival alanı olarak AOÇ belirtilmişti. AOÇ'ye gelecekti adamlar.

Öyle bi inanmışım ki olaya; Jon Bon Jovi'yi, Richie Sambora'yı ellerinde yarım ekmek sebzeli kokoreçle düşünmek bile ütopik gelmemiş bana.

20091105

Satılık Sesli Harf

Cem Yılmaz bence kesinlikle çok takdir edilesi işler yapıyor da, keşke şu cmylmz muhabbetini hiç çıkarmasaydı.


Sesli harflerin alfabede süs niyetine bulunduğunu düşünen bir yeni nesil yetişiyor korkarım ki.

Facebook'ta sesli harfleri atılmış isimleri, sağda solda sesli harf kullanılmadan oluşturulmuş e-mail adreslerini görmekten bıkkınlık geldi.

Millet ismini sesli harf kullanmadan yazınca çevresi tarafından bir marka olarak algılandığını mı sanıyor ne?

Arkadaşım, o olay ilk yapıldığında hoştu. Herkesin yaptığı şeyi yapmanın ne manası var?

Ha illa öyle yazacaksan git Wipo'dan da tescil ettir bari.



imza: knykphngllrndn@html.cm

Merak İçindeyim

Acaba bugün kaç kişi yazacak, facebook status bilgisine "Remember remember the fifth of November" cümlesini



B for Buro

Kadınlar İçin Teknoloji: 1

Buro: Ne kadarmış o saç düzleştirici?
Birce: 140 lira.
Buro: E burda 20 liraya da saç düzleştirici var. 20 liralık saçını düzleştiriyorsa 140 liralık olan sen uyurken senin yerine mi düzleştiriyor?
Birce: Hayır, bu teflon kaplı. İyonizer teknolojisiyle saçını kırmıyor, dökmüyor.
Buro: Anladım.

20091104

Yamyam

Buraya yazmamış olmama cidden şaşırdım. Hala kesin yazmışımdır diye düşünüyorum, ama bulamadım.

Hadi bi daha.


Soru: Çağla şikel bir yamyam olsaydı cilveleştiği adama attığı kısa mesajda ne yazardı?


Cevap: Dostumu yedim, bekliyorum.

Crunch

Nerdeyse sabahtan beri yeni Crunch reklamının müziği dönüyor kafamın içinde. Şu an başımın ağrıyor olmasının tek sebebi de bu olabilir.

Sayın Crunch yetkilileri. Farkında mısınız bilmiyorum ama Crunch Nestle'nin ürünüdür. Hani Nescafe'nin kuzeni falan bir bakıma.

Gerçi nescafe x'i bir arada reklamları da BKM Mutfak oyuncularının rol aldığı seriyle yaptığı son atak sayesinde taa bi zaman bahsettiğim eski reklamından daha bayıcı hale geldi benim nazarımda. Ancak yine de kabul edilebilir seviyedeydi bu baygınlık.

Ancak Crunch reklamı cidden üzücü. Nestle gibi bir marka hangi akla hizmetle geçen yılın en piyasa (yazar burada piyasa kelimesini ayağa düşmüş anlamında kullanır) şarkılarından birinin sözlerini değiştirip İsmail YK çakması bir adama söylettiği bir reklam filmi çeker/çektirir ki?

Hani reklam Konya'lı bir bisküvi/gofret üreticisinin ürününe ait olsa anlayacağım da, sen yılların çok uluslu Nestle'sisin. Crunch'a bir ısırıkla kadın/erkek soyunma odaları arasındaki duvarları patlattırarak izleyeni az çok gülümseten reklamların sahibisin.


Herşeyi geçtim, bir şarkının melodisinin/müziğinin üzerine yeni sözler yazılarak reklamlarda kullanılması reklamcıların kolaya kaçmasından öte bir şey değil zaten gözümde.


Okunması zor bir post yazdığımın da farkındayım.

İsim@

gmail servis vermeye başlar başlamaz başvurmamdan, biraz da ismimin çok fazla bulunmamasından mütevellit ismim@gmail.com şeklinde bir e-mail adresim var.

Hoş bir şey tabi bu. Yalnız benimle aynı ismi taşıyan insanlara atılmak istenirken yanlışlıkla bana atılan bir sürü e-mail alıyorum bu yüzden.

İki bankadan sürekli e-mail geliyor mesela. Yok hesap ekstreniz, yok bilmem ne avantajlarınız diye. Elalemin hesap ekstresiyle yüz göz oluyorum yok yere.

Geçenlerde de biri cv'sini göndermiş. Anne ve babasından selam söylemiş. New York'ta bilmem ne bankasında çalışan kızıma yakın oturduğunu, kızımın kendisine iş konusunda yardımcı olup olamayacağını sormuş.

Oldu, dedim içimden. Kızım olunca sorarım ona.

Neyse ki adaşım çok yok işte. mehmet@gmail.com adresine sahip olsam neler olurdu kim bilir.

E.S.R




20091103

Davetiye

Malum, evlenme teklif etme şekli çoğu zaman iki taraf için de çok önemsenen bir şey. Gerçi bu yargıya daha ziyade izlediğim filmlerden/dizilerden falan vardım. Gerçek hayatta bu durum nasıldır emin değilim. Onunla ilgili yeterli gözlem yapamadım henüz.


Ama benim gözümde canlanan; sevdiği insana evlenme teklif edecek erkek sanki doktora tezini savunmak için jüri karşısına çıkan makine mühendisi gibi heyecanlanır, günler öncesinden plan program yapmaya başlar. Arkadaşlarından fikir alır, mekan ve ortam hazırlar elinden geldiğince. Mümkün olduğunca romantik bir atmosfer yaratılır ki odun durumuna düşülmesin.


Mesela bu Türk filmlerinde falan kadın ve erkek yemek yerken durduk yere bi kemancı belirirse biliriz ki çocuk az sonra tek dizinin üzerine çöküp cebinden çıkardığı kutuyu açarak evlenme teklif edecek.

Evlenme teklifi alan kız da -evlenecekleri neredeyse kesin olsa bile- hiç beklemiyormuş gibi şaşırır falan. Hatta gözyaşları içinde masadan kalkıp ortamdan koşarak uzaklaşarak gelin aday adaylarımıza kötü örnek olur bazıları. O an damadın yüz ifadesi görülmeye değerdir.


Ama üzülme sayın damat, kız koşsa da fazla uzaklaşmaz. Mekanın mümkün mertebe manzara gören bir yerinde; balkonunda, terasında falan gözlerini uzaklara dikmiş düşünerek seni bekliyor olacaktır. Sakin ol.


Öyle ya da böyle, orijinal bir evlenme teklifi - "benimle evlenir misin?" sorusunun bahçeye çiçekle yazılmış ya da tek motorlu bir uçağın arkasına afiş olarak iliştirilmiş hali değil orijinallikten kastım- yıllar sonra çocuklara, torunlara gülümseyerek anlatılır o kesin.
Benim aklıma şey geldi, erkek kadına aşağıdakine benzer bir şekilde kendi düğün davetiyelerini göndererek evlenme teklif etse nasıl tepki alır acaba?


Orijinal bir fikir mi olur, fazla mı emrivaki olur bilemedim.

20091031

Tıp Okumak Zor Zanaat

Şu Kavak Yelleri dizisindeki aslı şunca aksiyona rağmen tıp fakültesini bitirebilirse dizinin -zaten tartışılmaya müsait- kalitesi hiç kalmayacak vallahi gözümde.

Zaten ayda bir falan rastlıyorum diziye. Rastladığım her bölümde ya Aslı yurttan atılıyor, ya sınıfta kalıp hocayla konuşmaya gidiyor, ya da trafik kazası falan geçiriyor. Bu bölümde de arkadaşı vurulmuş.

Bu kafayla bölüm birincisi olarak mezun ederler senaristler bu kızı. Sonra da Tus'a ilk girişinde beyin cerrahi falan kazanır.

Sonra da iyice miker beynimizi.

Bir takım Elbiseler

Bugün deli gibi yağmur yağıyor İstanbul'da. Merak etmeyin, sözü MFÖ'nün malum şarkısına getirmeyeceğim. Kendi şarkılarıma getireceğim çünkü albümüm Ocak 2010'da müzik marketlerin raflarında yerini alacak.

Yok tabi öyle bir şey, ben şarkı söyleyemem pek. Sesim Chris Cornell'inki kadar güzel değil çünkü. Aksanım da Brian Molko'nunki gibi değil. E brutal vokal falan zaten sevmem. Hem yapamam da. İlla şarkı söylemem gerekse 23 Nisan müsameresinde sahneye çıkıp ellerini arkada birleştirerek sallana sallana şarkı söyleyen/şiir okuyan çocuklar gibi dümdüz söylerim, o da bana yakışmaz.

Neyse işte. Yağmur baya iyi yağıyor. Uzun zamandır bu kadar uzun ve şiddetli yağan yağmur görmemiştim herhalde. Muson yağmurlari gibi resmen. Ama değil tabi. Buson yağmuruna da benziyor, ama o da değil. Daha çok yağmur yağar çünkü bundan sonra. Şaka maka öyle bir yağmur çeşidi de olsa keşke, böyle mayıstan çıkıp hazirana girerken falan yağan. "Buson yağmurları başladı; bunlar da bitince Ağustos sonuna kadar yağmur yağmaz artık" desek.

Az önce mutfaktan kahve alırken camdan gördüm. İş görüşmesi için gelen biri şirkete doğru yürüyordu. Bu yağmurda sıpa gibi ıslanmış. Yazık adama. iş görüşmeleri zaten çoğu insan için hafif stresli bir olayken bir de ilk kez tanışacağın ve işe alınıp alınmayacağına karar verecek insanın karşısına üzerinde -resmiyet, ciddiyet olsun diye giydiğin- takım elbise ve saçlarından alnına, burnunun ucundan çenene süzülen yağmur damlaları eşliğinde çıkmak hoş olmasa gerek. Öyle görünmenin hoş olduğunu düşünen insanları görüyoruz zaten, duşun altına girip Gülben Ergen şarkısı söylüyorlar.

Tabi ki insanlık hali, yağmur yağıyorsa bunun getirileri/götürüleri arasında akla gelen ilk seçenek de ıslanmak haliyle.

İş görüşmelerinde resmiyet namına takım elbise giyme geleneği de hepten sakat bence. Tamam, evde giydiğin dizleri çıkmış, yakası esnemiş ve elinde sigarayla uyuyakaldığın için göbek hizası bir daire şeklinde sararmış pijama üstüne geçirdiğin yağmurlukla gel demiyorum. Şık ol, bakımlı ol da bu takım elbise işi şart değil ki. Sadece iş görüşmesi için değil, genel olarak böyle düşünüyorum.

Bu düşüncemi söylediğim insanların çoğu da "İlk izlenim mik mik" diye cevap veriyor hemen.

Tamam, ilk izlenim önemli tabi. Ama mesela bir insan beni ilk kez gördüğünde üzerimde takım elbise varsa hakkımdaki ilk izlenimi "Bebe" oluyordur muhtemelen. Konuştukça falan bebe izlenimini siliyorum gerçi ama e nerde kaldı o zaman ilk izlenimin önemi?

Takım elbiseyi hayatta yakıştıramıyorum kendime. Millet daha olgun görünür, ben daha küçük görünüyorum sanki takım giyince. Bir de takım giyiyorsan sinekkaydı tıraş olman bekleniyor ya, o zaman iyice gençleşiveriyorum. İşle ilgili konular dışında (düğündür, nişandır) takım giymem gerekiyorsa tıraş olmuyorum zaten. Oluyorum da, kirli sakallı kalıyorum. O zaman da "oha oğlum, insan bi tıraş olur" laflarını işitiyorum sağdan soldan. E napayım? Traş olup da damadın lisede okuyan kuzeni gibi mi görüneyim?

Bir de yok ütüsü bozulmasın, yok paçaları çamur olmasın.. geriliyorum gerçekten.

Neyse işte. Takım elbise kötü bir şey. Yağmurda giyilmiş takım elbise daha kötü.

20091027

Esra Açılımı

Şimdi Atv Ana Haber'de izliyorum. Esra Erol, hani şu seçbeğenal evlilik programı furyasının miladı kadın, Atv'ye transfer olmuş onu anlatıyor.

Programı tanımlarken -illa ki türevlerinden bir farkı olduğunu belirtecek ya- "çok farklı açılımlar göreceksiniz" gibi bir cümle kurdu.


Evlilik programlarında bile açılım göreceğiz ya artık, sırtımız yere gelmez.

Gazete'ye Kenny'nin Cenaze İlanını Vermek

Baya Eski Bu. Yıl 2004

yayınlandığı saatlerde nerdeyse hayatın durmasına sebep olan, kahvelerde çay bahçelerinde evlerde izlenen ve yayınlandığı güne yavaş yavaş yayılan kurtlar vadisi dizisinin baş kahramanı süleyman çakir ın ölümünden sonra gazetelere verilen taziye ve başsağliği ilanlarindan sonra insanlari gülmekten yaran south park adli animenin hayrani bir gencimizin "ulan çakir bi kere oldu, kenny nerdeyse her bölümde ölüyor. ne eksigi var adamin" tarzi bir dusunceyle gazeteye verebilecegi ilan. muhtemel ilan aşagidaki gibi olabilirdi:

south park in vazgecilmez karakterlerinden, mr garrison un sevgili ogrencisi, cartman , stan ve kyle nin sevgili arkadaslari kenny dun aksamki bolumde poposuna roket girmesi suretiyle yine hakkin rahmetine kavusmustur.

kendisine allahtan rahmet, sevenlerine bas sagligi diliyoruz.

ayrica neredeyse her bolumde farkli sekillerde ve milyon eziyetle kenny i olduren south park yapimcilarini da kiniyor, kendilerine "screw u guys, i'm goin' home!!!" diyoruz.

turkiye deki sevenleri adina:

alican mavican.

20091022

Arama Kurtarma Köpeği

Buraya gazetede okuduğum haberleri, forward maillerden öğrenip doğru olduğunu sandığım ilginç bilgileri vs. yazmayı sevmiyorum. Yalnız şu haberi okuyunca dayanamadım. Hepsi linkte, ilgili kısım aşağıda:

"Polisin ve sağlık ekiplerinin bölgede arama yaptığını duyan bir vatandaş köpeğini alarak polislerin yanına geldi. Köpeğin de katıldığı tüm arama çalışmaları rağmen kopan cinsel organ bulunamadı. Ekip otosuyla karakola götürülen zanlı Hulusi A. 'nın ağzındaki ve elbisesindeki kan izleri ise olayın boyutlarını gözler önüne serdi. Hulisi A. polis otosuyla karakola götürülürken kaçan İlyas K. da saklandığı evinde gözaltına alındı."

O organın bulunacağı varsa da bulunmazdı zaten.

Köpek bulsa, "heh buldum" diye sahibine mi götürür?



Kedi - Köpek familyasının "ıslak mama" sevgisi hepimizin malumu.





Kaynak

20091020

HQ

Facebookta ondan bundan forwardlanan videoların falanfişman(HQ) formatındaki isimlerini her gördüğümde o HQ'yu AQ diye okumam benim fesatlığımdan öte bişey olamaz bence.

20091019

Fear







Amanda

Amanda iyi ki Türk ismi değil.

Hem Türkçesi hem mizah yeteneği kıt insanlar tarafından defalarca dile getirilecek
"Amanda aman kim gelmiş eki eki" geyiklerini duya duya hayata küserdi kızcağız.

20091018

Fransız Kalmak

İlgili makamlardan gelen resmi davet üzerine Fransa'da süregelen Türk Mevsimi kapsamında çeşitli temaslarda bulunmak için Fransa'ya gittim geçen hafta.

Yok tabi öyle bir şey, iş için gittim. Protokol falan da karşılamadı haliyle. Önce shuttle, sonra da metro yaptım hava alanından paşa paşa.

Neyse, valizimi son gece ite kaka hazırladığımdan ve hazırlıklarım sırasında Fransa'daki hava için "Lan İstanbul'a kıyasla ne kadar soğuk olabilir ki?" diye düşündüğümden fazla kalın şeyler almamıştım yanıma. Biraz üşüdüm gayrı resmi temaslarım sırasında.

Herkesin bildiği gibi Paris'in deli gibi bir metro ağı var. Bizim Ankara'da olduğu gibi Kızılay'da Ankaray ve metroyu kesiştirmeyi marifet bilmemiş adamlar. Şehirde metroyla ulaşılamayan yer yoktur diye tahmin ediyorum. Kaldığımız otelden işim gereği gittiğim fuar alanına üç hat değiştirerek gidiyordum. Trafik derdi falan yok, ama insan 45 dakika yolculuk ederken arada bir de yeryüzü görmek istiyor. Orda hayat hep yer altında gibi sanki.

İddia ediyorum, Paris'te yaşayan insanların %47'si kendini köstebek sanıyordur.

Nerdeyse her metro vagonunda şarkı söyleyen, ya da bir müzik aleti çalan birine rastlanıyor, yolculuk bir nebze keyifli geçiyor.

Zenci insanların oranına şaştım kaldım, zencilerin bu kadar fazla olduğunu hiç bilmiyordum. Beyaz insandan çok siyahlar çarpıyor gözünüze.

Gezmeye pek vaktim olmadı. İşte bi kırmızı beyaz halini göreyim diye Eyfel Kulesi'ne gittim. Hayal kırıklığı oldu biraz, önceki cuma bitmiş kırmızı beyaz aydınlatma. Olsun, sarı haliyle de fana görünmüyor. Kulenin tepesinden şehri izlemek de gayet keyifli. Nitekim nasıl bir milletsek, her yerde birbirimizi bulabiliyoruz. Kulenin tepesinde bile biri gelip "Kaleminiz var mı?" diye sordu. Evet Türkçe. Konuşmalarımızı duymuş, kendisi de Türkmüş falan. Bi de işte şu postta bahsi geçen pozu verebilir miyim ki diye bakındım, tahmin ettiğim gibi öyle bir imkan bulamadım.

Ayrıca amaç soğukla mücadele etmekse, Everest Tepesi'ne çıkana kadar Eyfel Kulesi'ne çıkmak daha mantıklı bence. Öyle bi rüzgar esiyor ki, kalın kıyafet götürmememin de etkisiyle resmen dondum.

O değil de hiç aramamış olmamamıza rağmen 4 günde 7-8 Türkle karşılaştım orda. Gittiğimiz İtalyan restoranında restorana bok atarken adamların Türk olduğunu farketmek üzücüydü biraz. Bi de Almanya'da gittiğim İtalyan restoranını da Türkler işletiyordu, artık İtalya'da gittiğim restoranın da Türkler tarafından işletildiğine dair derin şüphelerim var.

Müze, vb. gibi gezilecek onca yeri gezme fırsatım olmadı ne yazık ki. Bi de işte şanzelizeye -Fransızcasını yazmak çok zor bence- gidebildik, orayı da gördük.

"Fransızlar İngilizce anlar ama konuşmaz" efsanesinin gerçek olduğunu da girdiğim yerin kaçta kapandığını sorduğum -dingil- görevlinin üç kez üst üste Fransızca cevap vermesi üzerine ispatladım kendi adıma, o açıdan da mutluyum.

Aşağıdaki de hatıra fotoğrafı


Lemon Parade

And you got to take a little dirt

to keep what you love

20091012

Yor

Gazetelerde bir zamanlar fazlasıyla rastladığımız köşeyazarlarının/çizerlerinin köşelerini "yazıyorum, çiziyorum, konuşuyorum" şeklinde isimlendirmeleri kadar orjinallikten yoksun birşey de rock festivallerine barışa rock, konuşa rock şeklinde isimler verilmesidir sanırım.

Neyse ki söz konusu kelimeyi Okan Bayülgen'in yaptığı gibi "rok" şeklinde telaffuz eden insan sayısı az da, isimlendirme bir şekilde amacına ulaşıyor en azından.

20091011

Muslukçu

Bu tespiti neden bu kadar geç yaptığıma ben de şaşırdım. Gerçi muhtemelen benden önce milyonlarca insan yapmıştır, ama onlardan nasıl haberim olmadı ona da ayrı şaşırdım.

Sanırım dünya üzerinde çatalı görünmemiş tek tesisatçı bizim Mario. Süper olan. Bi de luigi olabilir tabi.

20091009

Kepek

Mehmet Günsur'un iş yaşamında oyunculuğu; özel yaşamındaysa yemek yapmayı, paraşütle atlamayı ve davul çalmayı seçtiğini; Kıvanç Tatlıtuğ'unsa iş yaşamında oyunculuğu mu artık neyi seçtiyse; özel yaşamındaysa basketbol oynamayı seçtiğini ilan ettiği Head & Shoulders reklam serisinde ben de oynamış olsam "İş yaşamımda mühendisliği, özel yaşamımdaysa miskin miskin oturmayı tercih ettim" der; reklamda saçlarının güzelliği belli olsun diye hoplayıp zıplayan diğer iki yıldızın aksine kafamı yavaşça sağa sola çevirip boynumu kütletirdim.

Şu kısacık saçlarımla yapabileceğim en uygun eylem bu zira.



Cümleyi biryerlerinden bölmeye çalıştım ama beceremedim.

20091006

Kelebek

Kelebeğin ömrünün bir gün olduğu tabusuyla büyümemizi sağlayarak Erman'ın banyoda 3 gün boyunca gördüğü aynı kelebeği farklı kelebekler sanarak "Kelebekler banyomuza yuva yaptı" paranoyasına sürüklenmesine sebep olan eğitim sistemizi ve medyamızı kınıyorum.

20091005

Rufus





































Fotoğrafları Birce çekip editledi, teşekkür ederiz.

20091002

Global İfşa

İnsanların o an düşündüğü/yaptığı şeyleri çevresindeki insanlarla paylaşması giderek daha kolay hale geliyor ki bu da tahmin edebileceğiniz üzere internet vasıtasıyla gerçekleşiyor.

Facebook çıktı önce, bağrımıza bastık.

Orda anlık şeyler biraz daha geri planda kaldığı için twitter çıktı sonra.

Sonra kimin farklı birçok sitede kendini nasıl ifşa ettiğini takip etmek kolay olsun diye friendfeed falan çıktı. Bu arada ben friendfeed'i ayıp bi site sandım uzun bir süre boyunca. Hani ihtiyacınız olan bir programın deneme sürümünü indirmek için falan girdiğiniz bazı sitelerde önünüze pat diye a.d-u.l-t friend finder tarzı sitelerin reklamları çıkar ya. Onun gibi bir site sanırdım friendfeed'i de. Neden uzun bi süre böyle bir gaflet içindeydim, hiç fikrim yok. Gerçi hala açıp bakmışlığım yoktur friendfeed'e.

Siteleri geçtim, artı Msn de olay içinde kendine daha güzel bir yer edinme çabasında. Msn beni mecbur bırakınca son sürümünü indirdim geçen hafta mı ne. Baktım artık Msn de kendini ifşa etmek için kişisel iletinin yeterli olmadığına kanaat getirerek yeni aparatlar eklemiş bu konuyla ilgili. Kim ne zaman yeni profil resmi ekledi, kim ne zaman kiminle arkadaş oldu falan.

Tamam, bu tip sitelerin hemen hepsinde gizliliğe yönelik ayarlar yeterli seviyede. Kime neyi göstermek istediğine, kimin nesini görmeyi istediğine göre düzenleyebiliyor insanlar bu ayarları.

Karşı değilim böyle şeylere. Hatta "facebook'um yok" diyen insanların çoğunun facebook hesabına sahip olmamanın bir meziyet olduğuna inanarak bununla prim yapmaya çalışan insanlar olduğunu düşünürüm. İstisnaları illa ki vardır.

Ama mesela blog kimi insan için kendini ifade etme, kimisi için de şimdiki zamandan geleceğe bir şeyler saklama misyonunu yüklenirken twitter tipi siteler -istisnaları hariç tutarsak- insanlar için daha çok caka satma, ilgiye olan ihtiyacını dolaylı yoldan belirtme aparatları gibi benim gözümde.

Karşı olmasam da, insanların kendilerini her an ifşa edebiliyor olması sıkıcı olmaya başladı biraz.

Yakında öyle bir hal alacak ki bu iş, Msn'de arkadaşınıza sorduğunuz "Napıyorsun?" sorusuna cevaben gelen "Çorba yapıyorum" cümlesinin ardından bir de Msn tarafından otomatik olarak yazılmış (Yalan, o daha iki yumurta kırmayı beceremez) mesajı gelecek.


Asıl korkum odur benim.

20091001

Düt... Düdüt

Taksici genlerine sahip olmadığımdan araba kullanırken çok nadirdir korna çaldığım.

Yolumun üzerinde olan ancak beni farketmeyen yaya, kedi, köpek falan olduğunda korna çalmak yerine kendi kendime "Düüt" demeyi tercih ederim.

Gariptir ki çoğu zaman da işe yarar bu yöntem, söz konusu canlı beni farkedip yolumdan çekilir.

Düdüt dediğimi benden başkası duymadığına göre, demek düdüt demesem de beni farkedip kenara çekilecek yaya ya da hayvan.

O zaman korna çalmak çoğu zaman çok gereksiz. Düdüt demek bile gereksiz.

Pes

Kocasının/sevgilisinin arkadaşlarıyla eve kapanıp saatlerce playstation'da pes oynamasından muzdarip kadınlar için geliyor.

Pespembe hayaller vardı
Pembesi gitti pes'i kaldı.

Komidin

Yaptığım mizah üzerinden para kazanıyor olsam, daha doğrusu mizah yapıyor ve bunun üzerinden para kazanıyor olsam bana komedyen diye hitap edilmesinden çok rahatsız olurdum sanırım.

Komedyen yolda görebileceğiniz bir insanın davranışlarını abartıp, repliklerine de "günlük hayatta var bu" savunmasının arkasına sığınarak fazlaca argo karıştırıp işin kolayına kaçarak güldüren insan gibidir benim gözümde.

Mizah daha zekice yapılandır. Argo da olur, ama tek olan o değildir. Sizi dinleyen herkesin anıra anıra gülmesi değil, anlattığınızı anlama kapasitesi olmayanların anlamış gibi yapay yapay gülmeleri; anlayabilenlerinse gözlerinde bi ışıkla gülmeleridir. Anırarak da gülebilirler tabi. Ama anırsalar bile o ışık vardır gözlerinde.

Komedyen saray soytarısıysa, mizah yapan sivri dili yüzünden sarayın zindanlarında kafası kesilendir.

Of, yazarken "Gözlerinde bir ışıkla anırmak" kalıbını düşündüm de, güldüm kendi kendime.

20090930

Çalar Kedi

Biri Rufus'u saat 6:30'a kurmuş.

Bu sabahki 10 dakika gecikmeli olmak üzere üç gündür 6:30'da, beş dakikalık uykunun herşeye bedel olduğu saatlerde başlıyor miyklemeye. Sonrasında da susmuyor, kalkma zamanım olan sekize kadar.

Sabahları çalar saati hayatta duymayan ve bu sayede Nokia telefonların alarmlarının aslında sonsuza kadar çalmadığını, onların da bir süre sonra tamamen sustuğunu keşfeden bir insanım ben.

Sırf bu sebeple teoride çok sevdiğim, saati önce 6:30'a kurup, sonra 7:00, 7:20, 7:40 ve 8:00'e ertelemek suretiyle geliştirdiğim ve en verimli uyanma şekli olarak gördüğüm "Kademeli uyanma" metodunu uygulayamıyorum mesela.

Ancak ne yazık ki Rufus'un miyklemelerini duymamaya imkan yok. 6:30 da başlıyor olması açısından güzel aslında, ama ne yazık ki Rufus çalmaya başladığında onu 7:00, 7:20 gibi saatlere erteleme şansım yok.

Onu da denedim gerçi. Yatağa alınca susar gibi oluyor. Ama o zaman da yüzümün, boynumun üzerinde gezinmekten uyutmuyor zaten.

Yatağa gelince kıvrılıp uyusa da ayrı dert, minicik bedeninin ezilme tehlikesi var bu sefer de.

Bugün gece boyunca onu koşturup iyice yormayı, gece de ben uyumadan uyutmamayı planlıyorum. Bakalım biraz ileri alabilecek miyim çalar saati.

20090928

Tp

Soru: Dünya üzerinde cep telefonuyla en çok aranan insan kimdir?

Cevap: The person you have called.

Fıtık

Çeşitli milletlerden bilim adamları, boyun fıtığı ve çektirilen vesikalık fotoğraf sayısı arasındaki korelasyonu inceleseler boyun fıtığından şikayet eden insanların en az %78'inin ortalamadan daha fazla vesikalık fotoğraf çektirdiklerini görecekler. Kesin.

Fotoğrafçıların vesikalık çekerken milletin boynunu eğip bükmekten aldığı haz da mastercard reklamlarına konu olacak derecede priceless bence.

Cep telefonlarını şemsiye taşır gibi kaldırmak suretiyle kendi fotoğraflarını çekip bunları Facebook gibi platformlara yükleyen kızlarda boyun fıtığından şikayet oranı ise nerden baksan %87'dir.

Bu oran telefonu tutan kolun fotoğrafta görünen kısmının yüzölçümü arttıkça artar mı, azalır mı bilemedim.

Alkış

Çoğu insanın -kalabalık- bir topluluk tarafından alkışlandığı tek zaman evlenirken "evet" dediği andır sanırım.
Bi de belki kep törenleri falan, ama orda alkışlanan da kalabalık bir topluluk olduğundan saymıyorum onu.

20090926

Yetim

Bizim şirket cami avlusu gibi oldu. Yavrusunu istemeyen kedi gelip şirketin önüne bırakmaya başladı.

Geçen haftaki kedi vakasından sonra bugün bir yavru daha buldum şirketin önünde. Diğeriyle aşağı yukarı aynı boyutlarda. Kardeş olabileceklerini düşündüm.

Onu da eve götürmemek için zor duruyorum, ancak mevcut kedinin varlığına yeni yeni alışan Erman canıma okur muhtemelen.

Korkum kedilerin durumu alışkanlık haline getirmesi.

Şok

Artık kasiyer arkadaşlar beni görür görmez 2 paket Winston çıkardıklarına göre, Şok benim için güvenle alışveriş yapabileceğim bir market statüsüne yükseldi. Soft paket çıkardılar gerçi dün, ama olsun.

20090925

Çağın Hastalıkları 1

Uzun süren ve şiddetli beyin fırtınasının bir yan etkisi olarak:

Beyin tsunamisi.

Beyin sulanmasının ileri safhası bi nevi.



"Tsunami depremden sonra olur, eki" diye düşünenler olacaktır tabi.

Gelecek Yüzyılın İcatları 1

Düşünce tembelleri için: Kendinden fırtınalı beyin.

Aslında Chet Baker'in Bununla Hiçbir İlgisi Yoktu

Bryan Adams'ın Summer of 69'unu evde (ya da kendi seçimim sonucunda) dinlediğimde değil de radyoda karşıma çıktığında, bir yerde çaldığında falan dinlerken çok keyif alıyorum nedense. Diğer türlü çok da severek dinlemiyorum.

In rock da güzel çalardı bu şarkıyı.

Bir de arabada radyo dinlerken Eye of the Tiger çalarsa kendimi Beş Mürettebatlı Beyaz Şahin'in kaptan pilotu gibi hissediyorum, neden çözemedim. Şarkı fazlaca gaz ve malum film sebebiyle neredeyse her kesim tarafından biliniyor ya, ondandır belki de.

Mama

Ya kedi gömleğimin - hatta daha da kötüsü burnumun- üzerinde mama yedi, ya da akşam eve döndüğümde "oda kim bilir nasıl kokmuştur" düşüncesiyle içeri girmeye o kadar alıştım ki girdiğim her odada kedi maması kokusu alıyorum.

20090924

B12

Hasta olacağımı hissetmem gerekçesiyle işten iki saat kadar önce çıkıp küçük beye süttozu, mama kabı vs. bakınmak gerekçesiyle Carrefour'a uğradım.

Carrefour'a girdiğimde "Yine neyi bedava dağıtıyorlar acaba?" diye düşünürken bugün okulların açılmış olduğu gerçeği geldi aklıma. Zira her yerde defter, çanta gibi kırtasiye malzemeleri ve raftan rafa koşan çocuklar ile onların peşlerinden koşan anneleri gibi insanlarla dolup taşıyordu.

Hal böyle olunca kasada ne kadar bekleyeceğimin stresini yaşadım bir süre. Sonra yine express kasa yöntemini uygulamaya karar verdim. Çok bir şey almayacaktım zaten, beş parçayı geçirmemek zor olmazdı.

Ne zaman böyle düşünsem olur olmaz şeyler takılır gözüme kesin. "Aa bundan da lazımdı" diye düşünürüm, alasım gelir ama kasa kuyruğu kabusu yüzünden alamam.

Express kasa taktiğinin de bu stresi var işte. Bir de express kasalarda genelde "En fazla 5 parça" yazar, yanlış bence. 5 Kalem olmalı o, kasadan bir şişe colayı geçirmekle iki şişe colayı geçirmek arasındaki zaman farkı çok az zira. 10 şişe olursa onu bilemem tabi. Belki de "En fazla 5 kalem ve 10 parça" diye sınırlandırsalar en mantıklısı olur.

Zaten kedi kumu kabı ve diğer kedi evi yapı malzemelerinin çeşidi çok azmış Carrefour'da. Beğenmedim hiçbirini, almadım ben de.

Neyse, beş parçayı geçirmeden kasaya geçtim. Gerçi express kasada da sıra vardı, gözüme nakit kasa takıldı. Oraya gidip nakit ödedim.


Bu postu nereye bağlayacağımı unuttum şimdi. Kalıversin böyle.

Felis Domesticus

Geçen perşembeydi. 2 gün boyunc şirketin birinci katındaki odama kadar gelen kedi seslerinin kaynağıyla karşılaştım sabah işe gittiğimde. Şirkette bir arkadaş bulup sakladığı yerden bulup çıkarmış, bir kolinin içine koymuş.

Perşembe günü de mırlamalarını dinledim akşama kadar. Akşama doğru bi ara sesi kesildi, indim aşağı baktım. Mahallenin çocuklarının alıp götürdüğü istihbaratını edindim ve iz sürmeye başladım. Ki iz sürmek hiç de zor olmadı bizimkinde böyle cırtlak bir ses varken. Sesi takip ederek yaklaşık yüz metre ilerde bir bahçede buldum, aldım şirkete geldim tekrar.

İçim el vermedi, akşam eve götürdüm. Birlikte geçirdiğimiz ikinci gün de veterinere götürdüm bizimkini. Sağlığı yerindeymiş, tek dert beslemekmiş. Süt de içmiyordu bir türlü. Ama ıslak mamayı görünce de hiç tereddüt etmedi.

İki gece bakıp bayram tatili için Afyon'a gittiğimde onu da götürecektim, ananem bakardı ona ne de olsa. Götürdüm Afyon'a planladığım gibi.

Sonra geri getirdim. Hayatının yolculuğunu yaptı bizimki. Nerden baksan bin kilometre.

Şimdi yatağımda, minik bir kutunun içinde,eski bir kazağımın üzerinde uyuyor. Sanırım ben de bir kedi sahibiyim artık.


Adı da Rufus muhtemelen.

20090923

V3G

Tugay: Wireless'la kablonun olmadığı yerde internete nasıl giriyorsun?
Sir: Şişşt, şu apartmanda birinin şifresiz wireless'ı var onu sömürüyorum. Ama sinyal biraz zayıf, anca posta kutusunun üzerinde çekiyor.

Evet, Bayram

Bayram dönüşlerinin klasik haberleri arasında olan "Dönüş yolu çilesi" hiç ciddiye almadığım bir haber olmuştu yıllardır. Muhabirlerin gişelerde ruhunu teslim etmek üzere olan sürücülere tuttuğu mikrofonlara sürücülerin ettikleri lafları duydukça "Otursaydınız evinizde kardeşim" derdim içimden.

Ama haklıymış adamlar. Dün 14:30 gibi Afyon'dan çıkıp Kütahya'ya asker ziyaretine gittikten sonra 17:30 gibi de Kütahya'dan çıktık. Normal şartlarda İstanbul'a varmamız 3 saat falan alır. Hadi bilemedin 3.5.

Dün bizimki kaç saat aldı?

Sanırım 7 saat.

Kedi bile perişan oldu, feleği şaştı kutunun içinde saatlerce kalmaktan.

Eğer yolculuğumuzun son kısmında Tem'den çıkıp E5'e dalmasaydık ben de gişelerin oralarda mikrofonlu ve kameralı muhabir arayıp bulduğumda cırlayabilirdim.

Gayet basit bir hesapla, dün bizimle aynı anda 100.000 civarı aracın İstanbul'a girmek için debelendiği kanısına vardık. Ki bizden öncesi ve sonrası da var. Yumurtalığa hücum eden spermler gibiydi halimiz.

Neyse ki gişeler seçici geçirgen değildi, ilk araç içeri girdikten sonra duvarlarını sertleştirip kapatmaycaktı geçişi de tüm araçlar içeri girebilecekti er ya da geç. İçeri girip rahime düşecektik ve orda kalacaktık; İstanbul bıkkınlığımız bir dahaki bayram tatiline kadar olgunlaşana, tatil geldiğinde İstanbul tatilcileri tekrar doğurup yollara dökene dek.

Gerçi spermler bizim yaşadığımız trafiği yaşasa insan soyu tükenirdi muhtemelen.

Bir de şunu anladım ki,

spermin halinden tatil dönüşü trafikte kalan şoför anlar.


Gişelerde isyan eden sürücüler haklı diyorum da, çoğu haklı falan değil aslında. Hadi biz ailemizi ziyarete gittik, bayramdan başka fırsatımız olmadığı için. Ama dört güncük bayramda tatile gidenler hiç konuşmamalı bence.


Bir de gayet kapitalist bir yaklaşım olacak ama bayramda otoyollar ücretsiz olmasın. Hatta normalin iki-üç katı olsun geçiş ücretleri. En azındam Tem biraz boşalsın, daha rahat gidip gelelim.

20090916

Gel Beraber

Hayatım boyunca yalnızca 3 berber kesti saçımı.

İlki dedemin berberiydi, kendimi hatırladığım zamanlardan 9 yaşıma kadar falan o kesti saçımı.

Sonra babamın berberine terfi ettim. Daha üst sınıf bir berberdi, yaşadığımız küçük şehrin sosyete berberi.
Üniversite için Ankara'ya gittiğimde bir berber bulmadım. Şehrim yakındı zaten Ankara'ya, ailemin yanına gelip gittikçe berberimde tıraş oluyordum. Sonra saçlarımı kendim kesip kesmekten çok bezdiğim zamanlar nadire gitmeye başladım o berbere de.

9 yıl kadar Ankara'da yaşadım, askerliği saymazsam Ankara'da kimse kesmedi saçımı.

Üçüncüsü de askerdeki berberim işte. Subay berberiydi, bir kaç kez gizlice (benden değil tabi, başkalarından) subayların berber salonunda kesmişti saçımı.

6-7 yıldır saçımı hep kendim kesiyor, denk gelirse şehrimdeki berberime uğruyorum.

Böyle de marka bağlılığı sahibi bir insanım.

Sen Hiç Mavi Elma Gördün Mü?

Şu gazetelerin kuponla verdiği elektronik sudoku, elektronik sözlük, vb. reklamları ne kadar sinir bozucu.

- Otobüste canın sıkılmasın, çıkar cebinden sudoku oyna. Hem de binlerce bulmaca.
- Alzheimer misin? çöz şurdan iki sudoku bişeyciğin kalmaz
- Gerzeklere müjde. Sudoku zihin açıyor. Çöz bi ihtimal açılırsın.
- Tatilde, yurtdışında, iş toplantısında yabancı dil bilmiyorum diye büzülme. Çıkar cebinden sözlüğünü, at havanı. Hem de kredi katı boyutlarında. Katlanabilir.

Bu cümleleri 15 yıl önce duysam sevinebilirdim. Yalnız şimdi hangi devirde yaşıyoruz kardeş?
Hızlı tren bile geldi ülkeye,sen ne elektronik sudokusundan bahsediyorsun.

Milletin cebinde telefon var artık. Sudokuyu bırak adam cep telefonundan Pes 9 falan oynuyor. 3 Boyutlu, renkli, janjanlı.

Elektronik sözlüğe ne hacet, geçen yıl "Da" dışında tek kelime Rusça bilmeyen bir arkadaşım ve tek kelime İngilizce ya da Türkçe bilmeyen bir Rus; arkadaşın cep telefonundan wap aracılığıyla internete bağlanarak bulduğu Rusça sözlük -ve tabii ki body language- yardımıyla giderdiler iletişim ihtiyaçlarını ki o zaman 3G bile yoktu.

Ha sözlüğe ne kadar gerek vardı, o da tartışılır.

20090915

Camdan Yansıyor

Yalnız kalmaktan da zevk alan, hatta yalnız geçirilen zamanların da bir ihtiyaç olduğunu düşünüp haftanın bir kaç saatini yalnız geçiremeyince sinirleri tepesine çıkan biri olarak yalnız yaparken kendimi buruk hissettiğim iki eylem var sanırım.

İlki dışarda yemek yemek. On dakika sürecek olsa bile dört kişilik bir masada oturup yemek yemek hoşuma gitmez hiç.

İkincisi de sinemaya gitmek. Yalnız sinemaya gitmek bir çok insanın sevdiği bir şey olsa da, bana kendimi yalnız hissettirir nedense. Film izlerken sadece bir kaç kelime konuşurum, o da yanımdaki bir yorum yaparsa ona cevap vermek için. Ama yine de yanımda biri olsun isterim.

Düşününce ikisi de toplum içinde yapılan, ve aynı ortamdaki insanların çoğunun yanlarında birileriyle yaptığı aktiviteler. Belki de o yüzden böyle hissettiriyor bana, manasızca.

20090910

T3G

Turkcell'in -muhtemelen evde kalmış- üç kızın merak merak diye inim inim inlediği reklamının beni nasıl rahatsı ettiğinden şurda bahsetmiştim zaten.

Tam o reklamın etkileri geçti, reklam daha seyrek yayınlanmaya başladı, o üç kızdan iki tanesinin kardeş olduğunu öğrenmemizi sağlayan başka bir 3G reklamı çıktı.

Bi kere ben emin olamadım, o reklamın başında abla kardeş tartışıyor sanırım. Eğer tartışıyorlarsa ne kadar da elit tartışıyorlar, tebrik ederim ikisini de. Kardeşim olsa hayatta öyle tartışamazdım muhtemelen.

Neyse, o reklamın etkisi kısa süreli oldu zaten.

Şimdi de Avrupa Basketbol Şampiyonası var ya, her molada Hido'lu 3G reklamına maruz kalıyoruz.

Hido - salon görevlisi Nuri (30 saniyelik reklamda 10 kez duyunca Nuri'nin ismini ezberlememek imkansız) ikilisinin üstün çabalarıyla hem basketboldan, hem 3G'den, hem de "gomikli fotolardan" soğudum resmen.



Cidden merak ediyorum, TV reklamlarıyla ilgilenen arkadaşları nasıl barındırdıklarına şaştığım Avea bile 3G için başarılı reklamlar hazırlamışken Turkcell kendi kendine sorduğu "acaba ne kadar bayabiliriz?" sorusunun cevabını mı bulmaya çalışıyor?

Cevap veriyorum: Yeterince bayabiliyorsun Turkcell.

20090909

Yüksek

4 yıl okumaya doyamamış olacağım ki üniversiteden mezun olduktan sonra bir de yüksek lisans yapmaya karar vermiş, yaşamı boyunca pek de idealist tavırlar sergilememiş bir insan olduğum halde yüksek mühendis olmayı kendime ideal edinmiştim.

Bitirdiğim bölümde, ancak farklı bir üniversitede yüksek lisansa başladım.

İlk dönem bölümde dolanırken odaların birinin kapısında bir isim dikkatimi çekti. Profesördü sanırım kendisi, ve bölüm hocası olduğuna göre muhtemelen benim dersime de girecekti.

Eminim çok değerli bir bilim adamıdır, ancak yüksek lisansı bıraktıktan sonra yaşayabileceğim bir vicdan azabı vakasını savuşturmak için kullanacağım en büyük silah da onun ismi olmuştu o zamanlar.

Kendisiyle tanışmayı bırak, yüzünü bile görmedim. Gördüysem de farkında değilim en azından. Ama ismi bile yetiyordu üniversitedeki en stresli anlarımı gözümün önüne getirmeye.

Ünvanından emin değilim ama ismi şuydu:

Yılmaz Yıldırır.


Kapıda bu ismi gördükten sonra bi an düşündüm. Hevesim kaçtı.

Dönem sonunda da bıraktım yüksek lisansı.

20090908

Hey, Wait

Hepi topu işe gidip gelirken trafikte geçirdiğim 40-45 dakika boyunca dinlediğim Radyo Eksen'de son on gündür falan sürekli Nirvana şarkılarına rastlamam Kurt Cobain'in dirildiği düşüncesini doğuruyor bende.




Depresyon hırkası fotoğrafı çekmemişim hiç. Bari çocukluğunuza dönün.

20090907

Bir Dahaki Sefere

Geçmişi düşündüğümde öyle hatırlamaya değecek kadar büyük bir pot yok kırdığım. Oturduğu yerden çamlar deviren bir insan değilim.


Lakin;

İki yıl kadar önceydi. Pek ortak noktamızın olmadığı, iş yaşantısı içinde tanıştığım bir arkadaşımın düğününe davetliydim. Düğün sahibiyle samimiyet derecesi benim gibi olan 4-5 arkadaş gittik düğüne. Haliyle iki tarafın aile büyükleri kapıda misafirleri karşılıyordu. Arkadaşın annesi ve babasıyla tanıştık, içeri girip arkadaşı bulduk, takıları taktık, çok kısa bir süre oturup kalktık düğünden. Toplamda yarım saati geçmemiştir düğünde geçirdiğimiz süre, zira biz çıkarken arkadaşımın ailesi hala gelmekte olan misafirleri karşılıyordu kapıda.

Arkadaşın babası düğünden çıktığımızı görünce "Daha yeni geldiniz, biraz oturup öyle gitseydiniz" dedi.

Sonrasında şu cümle ağzımdan neredeyse çıkıyordu, eğer dilimin ucuyla yakalayamasaydım.

"Bir dahaki sefere daha uzun kalırız inşallah"


Kendime grubun sözcüsü misyonunu yükleyip arkadaşın babasına gayet kibar bir şekilde teşekkür ettikten sonra dilimin ucuna kadar gelen o cümleyi söylemiş olsaydım eğer, hayatımın -bundan sonrakiler de dahil olmak üzere- en büyük gafını yapmış olurdum muhtemelen.

Düşünüyorum da, adam anlar mıydı acaba nasıl bir laf ettiğimi. Yoksa o telaşede beni zaten yarım yamalak dinliyorken dikkatinden kaçar mıydı bu cümle.

Anlasa bir anda düşer miydi gülümseyen yüzü, yoksa şaşkınlığımı farkedip daha fazla mı gülümserdi.

Sırf şunları merakımdan bazen içimden geçiyor, o potu kırsaydım keşke.

20090831

Amerikan Sefası

Şu Amerikalı'ların -en azından filmlerdeki- cinsel zevke düşkünlüğü kesinlikle takdire şayan bir durum bence.

Klasik Amerikan action filmlerinin neredeyse hepsinde yaşanıyor şu olay:

Terminatör'den kaçıyorlar mesela Sarah ile eleman. Yaratığın heryeri yanmış; metal iskeletiyle kalmış, parmaklarını "klik klik" diye açıp kapayarak peşlerinden geliyor.

Sarah ile eleman bi on dakika izlerini kaybettiriyorlar Terminatör'e, saklanıyorlar bir yere. Yaklaşık iki dakika "Burdan sağ çıkamazsak, bilmeni isterim" gibisinden muhabbet döndükten sonra birden yakınlaşıveriyorlar ve film, filmi beraber izleyen aileden annenin ocağın altına bakmaya gitmesine, babanın öksürük krizine girmesine, çocukların da tavanı izlemeye başlamasına sebep olan bir hal alıveriyor.

Hadi Sarah neyse, onun tuzu kuru bi bakıma. Ama terminatör onları o halde bi yakalasa,
metal parmaklarıyla çocuğun neresini klikler kim bilir.


Ya da kadın yıllardır hakkında delil bulunamayan büyük mafya çetesini çökertecek bir olaya tanık olmuş, koruma programına alınmış. Yanında bir polis, peşlerinde mafya. Limanda kovalamaca oynarken konteyler arasında tenha bi köşe bulup saklanıyorlar. İki soluklanacakları yerde napıyorlar? Öpüşmeye başlıyorlar tabi.

Tamam bişi demiyorum, liman fantezisi yapacaksınız, o an zaten kaynayan adrenalini iyice tavan yaptıracaksınız da siz böyle yaparsanız mafyayı kim çökertecek?


Ne bileyim, ezin Terminatör'ü yüz tonluk presin altında; ya da çökertin mafya çetesini, sonra ne isterseniz yaparsınız etrafta kimse yokken, Fonda size eşlik eden patlayan binaların alevleriyle beraber. Ayrıca daha romantik bence, havayi fişek tadında.

Hem geleneksel Türk ailesindeki babanın işi de daha kolay olur, "Bu film de bitti" diye değiştiriverir kanalı.

20090827

Efsane

Şu devirde hala

sınavda "risk nedir" diye soran,
sınav kağıtlarını dokuz basamaklı bir merdivenin tepesinden atarak durdukları basamağa göre notlandıran,
sınav için hazırladığı cevap kağıdına not olarak yetmiş verip sınıfta "salağın biri ismini yazmamış" diyen,
uyudukları için sınava geç kalıp "arabanın lastiği patladı" bahanesiyle karşılaştığında öğrencileri farklı sınıfa alıp "hangi lastik" sorusunu yönelten

hocaların olduğuna inanan insanlar var.

Hadi tamam, bu olaylar yaşanmıştır belki de, çevrendeki birinin başından geçtiğine inanıp "bizim bi hoca vardı, zamanında böyle böyle yapmış" diye anlatma bari.

Buna on yıl önce inanıyor olsan normal karşılarım. Ama internet falan var artık, hiç mi düşmedi sana bu hikayeler spam mail olarak?

log

naz: beni yemeğe çağırıp gelirken pizza istemek gibi
Buro: hahaha, bunu yapsam ya birine
Buro: hım evet erdeme
naz: seni tanımayan birine yap da şaşırsın
naz: misal ben şaşırmam
naz: ki bu durumda erdem hiç şaşırmaz
Buro: evet sende bi sürpriz etkisi yaratmaz
Buro: erdem de "neli alayım" diye sorar muhtemelen

Kalıp

Hiç hazzetmediğim cümle kalıplarından biri de şu sanırım

"sonra ne dese beğenirsin?"

Anlat işte adam gibi ne anlatıyorsan, zaten seni dinliyorum. Ne gerek var merak uyandırarak ilgiyi konuya toplamaya çalışmaya. Niye kişisel beğenilerimi konu anlatımına alet edip kendimi güzellik yarışması jürisindeki hıncal uluç gibi hissettiriyorsun, neyi beğeneyim?

Çok merak ediyorsan, "buro'ya bir milyon lira havale yapıcam, harcasın çocuk" falan dese beğenirim.

20090825

Kizler

İkizler burcu mensupları çift -ya da çok- karakterli insanlarsa ben her karakterimin burcunu ayrı ayrı bilmek istiyorum.

3

Zaten sürü halinde gezmekten pek hoşlanan çekirgeler bir gün iyice bir toplanıp

"çekirgelere sıçrama özgürlüğü"

gibisinden bir eylem yaparlarsa halimizi düşünemiyorum.

Bence şimdiden gidip anlaşmak lazım fazla olay çıkmadan.

Yakalanma sınırını beş sırayışa çıkarsak yeterli.

20090824

Düşün -ama sessizce-

Sesli düşünen insanlardan hazzetmiyorum.

Daha doğrusu insanların sesli düşünmesinden hazzetmiyorum.

Bir şeyler düşünmek ve düşündüklerini paylaşmak güzel tabi, ama benim bahsettiğim farklı bir şey.

Adamla o an muhabet etmiyor oluyorum, ama o aklından geçenleri mırıldanıyor. Gazete okuyor, "hımm çekirge üçüncü sıçrayışta yakalanır tabi" falan diyor durduk yere.

Öyle olunca da cevap vermek zorunda hissediyorum kendimi. Hiç sallamamış gibi olmak (sallamadığını belli etmek) ayıpmış gibi geliyor.

Ama cevaplarım da "aa, öyle miymiş", "hııı olabilir" den öteye gitmiyor pek.

Bir kaç kez katlanabiliyorum da, adam sesli düşünmeye devam ederse eeeh, diyip kesiyorum cevap verme çabalarımı.

20090821

()


Unutulur mu gökyüzü?


O şarkının klibi de bi içimi acıtıyor.




20090819

Tuz

Tuz, sevgilisini terkederken ona ne der?

- Tuzruhundan hiç anlamıyorsun.




Neyse ki geniş kitlelere hitap etmiyorum

20090818

KD

Romantik bir iktisatçı olsaydım, aşk üzerine

"Vergisi olmayan katma değerler de vardır"

şeklinde bir laf edebilirdim.

Gerçi etmiş de oldum şimdi, öyle olmamama rağmen.

Uçak

TV'de rastlayabileceğimiz evlendirme programlarından daha yavan olan şey,

komedi programı sınıfında yayınlanan her programın ısrarla bu evlendirme programlarını tiye almaya çalışmaya devam etmesidir benim nazarımda.

20090817

Fast Food Kuryelerinin "Şifrene Bakmıyorum Ki" Tribi

Yemek yapma konusundaki üstün yeteneklerimin gün ışığına çıkmasını istememem sebebiyle
-ki bunda yılların emekçisi Emine S. Beder'i saltanatını sona erdirmek istemeyecek kadar seviyor olmamın etkisi büyük- akşam yemeklerimin çoğunu dışardan söylüyorum. Akşam yemeğiyle de sınırlı kalmayıp evde yediğim öğünlerin çoğunu dışardan söylüyorum aslında.

Yemeksepeti büyük nimet o açıdan.

Mevcut durumda beni yemek yapmak zorunda kalmamam kadar keyiflendiren bir etken de, kredi / atm kartıyla ödemeyi seçtiğimde pos makinesine tutarı girdikten sonra makineyi şifre girmem için bana uzatan kurye arkadaşların "şifrene bakmıyorum ki" güvenini sonuna kadar hissettirebilmek için tavanı, asansörün düğmelerini, apartmanın yer döşemesinin özelliklerini falan incelemeri oluyor.

Mesela Mc Donald's da çalışan arkadaşlar bizim kapının deseninden tutun kapının önündeki posta kutusunda kaç tane fatura biriktiğine kadar bir çok şeyi ezberlemiştir eminim.



Neyse ki çoğu süpermarkette falan şu çevresinde çerçeve olan pos makinelerinden var da, oralardaki kasiyerler acaip triplere girmek zorunda kalmıyor.

20090814

Toz Bezi

Ben olsam Demet Akalın kişisine Vileda reklamında oynaması için teklif sunardım.

Yerleri sildikten sonra

"Artık tozu da kalmadı"

diyebilir mesela.



Bir de söz konusu şarkı sözünü bir gün Msn'de kişisel ileti olarak kullanırsam arkadaşlarımdan gelecek tepkiyi merak ediyorum sahiden.

Eyfel

Pisa Kulesi'ne 100 metre yaklaşan neredeyse herkesin persfektiften faydalanarak çektiği fotoğraflar var ya hani. Bir örneği aşağıda var gördüğünüz üzere ki adamın Türk olmasından da şüphelenmedim değil üzerindeki seksi xs siyah atlet sebebiyle.

Neyse, illet oluyorum bu tip fotoğraflara.










Gel Gör ki, kule boyutu ve çevre özellikleri sebebiyle pek mümkün görünmese de, Eyfel Kulesi'nin yakınlarında yine perspektiften faydalanarak aşağıdakine benzer bir pozu (anca bu kadar çizebildim) veren bir insan olursa cidden takdir eder, alnından öperim.




20090812

Saat Kaç?

Biri gelip bana saati sorduğunda saat xx:25 ya da xx:35 ise cevap vermeye deli gibi üşeniyorum.

Söz konusu saatse ve saat bişeyi bişey geçiyorsa o geçen bişeyin iki heceden fazla olması çok yorucu geliyor bana.

On geçe/kala, çeyrek geçe/kala, yirmi geçe/kala, buçuk falan ne güzel şeyler.

Ama yirmibeş geçe/kala, otuzbeş geçe (kala diyen şaşkın yoktur sanırım) nedir, ne kadar uğraştırıcıdır.

"yirmibeş ve otuzbeş de sadece üç hece" demeyin, iki heceli olanlara göre %50 daha fazla. On geçe/kala'ya bakarsak bu oran %200 olur, amanın.

Saat bu şekildeyken cevaplamaya mecbur kalınca xx:30 diye cevaplayıveriyorum, en temizi oluyor.

Empat

Tatil Boyunca Adam Fawer'in Empati'sini okuyup ortalarda "Empat", "Psişik" vs. diyerek dolanırken bir yandan da ayın 12'sinde başlayacak askerliği için dağıtımının nereye çıkacağını düşünen Güven'e başından beri "Kütahya çıkacak" demem

Sonrasında da Güven'in dağıtımının Kütahya'ya çıkması.

Benim psişik güçlerim vardır belki de.

Gerçi o da benim Ankara'da askerlik yapacağım konusundaki tahminlerinde haklı çıkmıştı.

Çok istenince oluyordur belki de.

20090805

Geç Kahvaltı

Tatil yörelerindeki otellerde bahsi geçen geç kahvaltı olayı teoride son derece yerinde düşünülmüş, pratikteyse tamamiyle yanlış uygulanan bi sistem bence.

Bakıyorum otelin geç kahvaltı saatine; 10:00 - 11:00

Bunu görünce kahvaltı saatine bakma gereği bile duymadım. 8:00 - 9:00 arası falandır herhalde.

Arkadaşım, tatildeyim ben. Sabah 7:30 da kalkıp işe gitmeyeceğim ki 8'deki kahvaltıya yetişeyim.

Nitekim 2 gündür 10:50'de katılıyoruz bu geç kahvaltı olayına bile, "aha kaçırdık kaçırdık" stresini yaşayarak.

Uykuyla aramdaki karşı konulmaz bağı kırabilirsem bir gün sırf merakımdan gidip bakacağım kahvaltı saatinde kaç kişinin kahvaltı yaptığına. Hatta o insanların patronlarıyla bile konuşabilirim "Tebrikler, çok disiplinli çalışanlarınız var. Tatilde bile 7:30-8:00 gibi kalkıyorlar" diye.


Tatildeyseniz eğer; kahvaltı dediğimiz olay 12:00'de, geç kahvaltı dediğimiz olay da 14:00 civarı yapılmalı bence. Şahane olur o zaman.

Yok illa erken kalkıcam ben diye diretenler için de 9'da falan bi iki peynir zeytin hazırlarsın, adına da erken kahvaltı dersin olur biter.

İdris'in Laneti

Dündü. Tatilimizin resmi olarak ilk günü. (O kadar gaz yazıyorum ki şu an, kurduğum ilk iki cümleyi de 3 nokta (...) ile bitiresim geldi)



Akşam yemeğindeyken masamıza otel personellerinden biri geldi, kendini tanıştırdı. Otelin animasyon görevlilerinden İdris.



Dedi ki, akşam inferno'ya gidiyoruz, siz de gelmek ister misiniz.

Belli olmaz, bugün yol yorgunuyoz, biraz dinlenebiliriz, dedik.



"izin gibi bi grup vardı, bu lafı ettiler ve sonrasında bi hafta boyunca otelden çıkamadılar" dedi sadece iki yıldır Kemer'de çalışan İdris. Bilmiyordu ki o yokken biz vardık burda resmen.



"Biliyoruz zaten ordaki eğlence'yi, kaçırmayız" dedik biz de.



Sonuçta noldu?



Bugün ikinci gecemiz ve yine çıkmadık otelden. Korkarım ki İdris'in laneti çöktü üzerimize ve bir haftayı geceleri otelden çıkmadan geçireceğiz.

20090730

Merak

İnsanın başına gelebileceklerin sebebini -biri merak olmak üzere- iki kavrama dayandıran bir özdeyişi barındıran dilimiz varken,

Turkcell'in içinde dakikada 3,14 kez (evet çocuklar hesaplama kolaylığı için 3 alabilirsiniz) merak kelimesi geçen 3G reklamına gereğinden fazla maruz kaldıktan sonra

bahsi geçen gsm operatörünün

"3G, iletişimin G noktası"

şeklinde üretebileceği bir sloganın eğlenceli olabileceğini düşünmek benim fesat olduğumu gösterir mi, bilemedim.

20090729

ÇokM Migros

Migros'ta şöyle müthiş bi indirim varmış. Sürümden kazanmayı planlıyorlar anlaşılan.

157 tane alırsanız bir tanesi bedavaya geliyor.













Alıntıdır fotoğraf

20090727

Fark

Toplumun sizi içine soktuğu kalıplardan çıkın.

İşe bir ortamda "Çile Bülbülüm" şarkısı söylenirken o beklenen an geldiğinde "Allah" diye kişnemeyerek başlayabilirsiniz.

20090721

Sıvı-Sulu

Sıvı sabunun sulu sabun olduğunu sanan mağaza/cafe/bar işletmecilerinin hayattan almaları gereken çok ders olduğunu düşünüyorum.

20090720

Karma

Geçtiğimiz haftasonu karma diye bir kavramın varolduğuna emin oldum sanırım. (Emin olup olmadığım konusunda hala emin değilim anlayabileceğiniz üzere).



Ikea'da alışveriş yaparken doldurduğunuz alışveriş arabasıyla kasalara yaklaştığınızda almayı unuttuğunuz bir şey olduğunu, o şeyin de mağazanın girişinde ve dolasıyla bir üst katta konumlandırıldığını farkettiğiniz an "Bu arabayla kim gidecek o kadar yolu. Nasıl olsa en başa döneceğiz, bu arabayı burda bırakalım başa döndüğümüzde yeni bir araba alıp önce unuttuğumuz eşyayı, sonra da yolumuzun üstündeki diğer eşyaları toplaya toplaya geliriz. Aldıklarımızı yerlerine geri götürecek görevlilere de ayıp olacak ama napalım, işleri bu" gibi şahane bir fikre kapılırsanız; o dahiyane fikrinizi uygulamaya kalkmayın sakın.

Yolun yarısında yeni -ve yarısı dolu- market arabanızın başından üç metre ilerdeki ıvır zıvıra bakmak için beş dakikacık ayrıldığınızda biri gelip emek emek doldurduğunuz market arabanızı çalacaktır çünkü. Ve haliyle döndüğünüzde yerinde bulamazsınız o arabayı.

Sonra ne olur? Tekrar başa döner, üçüncü kez market arabası alır ve aynı şeyleri üçüncü kez doldurursunuz içine.

Çıkarken yediğiniz sosisli sandvicin hardalını üzerinize dökmeniz, "aa döküldü" diye bakarken tekrar dökmeniz de olayla ilişkilendirilebilir karmanın bir bonusu olarak.

Hardal olayının stresiyle de çocukluğunuza dönersiniz bir nevi, akşam waffle yemeye çabalarken ağzınız yüzünüz çikolata olur. Yediğinizden de bir şey anlayamazsınız.

Ertesi gün bile, "t-shirt" lafı geçtiğinde "Ah, kahve mi döktüm acaba" diye telaşlanırsınız ki o andan sonra kelebek etkisi denen kavramın varlığından da emin olursunuz.



O kadar şeyden sonra, haliyle 28 yaşındaki adam karizmanız kısmen de olsa zarar görür.


Neyse ki karşınızdaki insan bilir bazen şaşkınlığın da insanın doğasında olduğunu, güler geçersiniz beraberce.


Hem karma diye bir şey vardır, karşınızdakine değer verdiğinizde o da size değer verir.