20100522

İş Hayatı

Hangi ünlü iş adamına sorsanız, büyük ihtimalle bugünlere gelirken çektiği zorluklardan bahsedecektir. İşte örneklerini biliyoruz, hamallık yaparak bugüne gelenler, pazarda limon sattığı tezgahını holding haline getirenler falan.

Yarın birgün büyük adam olursam diye ben de şimdiden yazayım iş adamı olma yolunda -en azından şimdiye kadar- nerelerden geçtiğimi.

Ticaret hayatına ilk adımımı ilkokul yıllarındayken bir yaz tatilinde mahalledeki arkadaşlarımla atmıştım. 5-6 arkadaş paralarımızı birleştirerek bizim bakkala göre daha ucuza satan iki mahalle ötedeki bir bakaldan eti puf, turbo sakız, çokomel falan alıp aldıklarımızı saklanbaç oynarken kullandığımız duvarın önüne açtığımız tezgahta satıyorduk. Sermaye sorunları sebebiyle ürün stoklarımız sınırlıydı, o yüzden günde 3-4 kez iki mahalle yürümek zorunda kalıyorduk bazen. Ürün gamımız da çok geniş değildi ama bir şekilde iş yapıyorduk, muhtemelen gelen geçene sevimli göründüğümüz için.

Bir süre sonra ortaklar arasında anlaşmazlık başladı. Kimimiz daha hızlı büyümeyi tercih ederken kimimiz de elindekiyle yetimeyi istiyordu. Ben hiçbiriyle anlaşamayıp minik şirketimizden ayrıldım. Ticarette fazla ortakla iş yaparsan büyük ihtimale boka saracağın çıkarımını o günlerde yapmıştım.

Sonra (sanırım sonraki yazdı) ben bi ara babama bir kutu lolipop aldırıp onu satmaya başlamıştım. Ama bu küre olan topitoplardan değil, yassıydı benim sattıklarım. Yassı ama daire şeklinde de değil, elips gibi biraz. Markasını hatırlayamadım şimdi. Neyse, bu kez mobil satış yapıyordum; elimde kutu, sokak sokak gezinerek. Yanımda da bir arkadaşı gezdiriyordum bir lolipop yevmiye karşılığında. İşte ilk kez bir insan istihdam edip işsizliğe kendi çapımda bir darbe vuruşum da o zamana denk gelir.

Yalnız hatırlayamadığım bir sebepten; artık gezerek satış yapmak mı zor gelmişti, benim eleman iyi çalışmıyordu da yerine eleman mı bulamamıştım nedense, işi "Herkes benim lolipopumu yalayacak" sloganıyla gezecek kadar abartmadan o yaz içinde noktalamıştım.

Ya o yaz, ya da bi sonraki yaz bu kez sakız işine girdim. İsmi sakız olan ürün minik bir kutuyla paketlenmişti ve minicik bir poşete doldurulmuş renkli kolonyalar, minik oyuncaklar gibi hediyeleri vardı kutunun içinde.

Bu kez gezerek satış yapmıyordum. Babamın bürosunun önüne açmıştım tezgahımı. Konum itibariyle gayet avantajlıydı işyerim. Oldukça işlek bir cadde üzerinde, şehrin diğer ticaret merkezlerinin yakınındaydı.

Sakız işinden baya iyi para kazanmıştım çok net hatırlıyorum. Öyle ki günlük ortalama karımı ay hesabına vurduğumda o yaz deli gibi istediğim bisikleti taksitle alıp taksitlerini ödeyebilecek durumdaydım. (Tabi ben karımı bisiklete bağlamak istemediğimden bisikleti babama aldırmıştım bi şekilde.)

Açıkcası sakızdan iyi para kazanmamın sebebi ticari deham falan değil, babamın bürosuna uğrayan eş-dost'un, "sakız çiğnersen sakalların çıkmaz" korkutmacasıyla yetişmiş koca koca adamların benden hatır için yaptığı alış verişlerdi muhtemelen. Ticarette çevren ne kadar genişse işlerinin o kadar kolaylaşacağı çıkarımını da sakız işi sayesinde yapmıştım.

Ortaokuldayken de 3 yıl boyunca yılbaşı yaklaştığında okulumuzda resim derslerinde yapılan çalışmaların kullanılmasıyla üretilen ve geliri ihtiyacı olan öğrencilere yardım amacıyla kullanılan yılbaşı kartlarından satmıştım satabildiğim kadar. O sayede de toplumsal sorumluluğumu yerine getirmiştim bi nevi.

Ortaokulda heves edip Emre Yılmaz'ın Genç Bir İşadamına kitabını almıştım da iş yaşamının kirli yüzüne henüz hazır olmadığımı düşünüp lisede okumaya karar vermiştim.

Ha, şimdi napıyorsun diye sorarsanız bi iş adamından ziyade küçük esnaf olma sevdasındaki maaşlı bir çalışanım şimdilik.

Bilmemkaç yıl sonra önce sektörel dergilere, sonra da ulusal gazetelere falan röpotaj verecek kadar büyük bir iş adamımı olursam ve bana röportaja gelecek arkadaş işini bu postumu bulabilecek kadar iyi yaparsa eğer, o arkadaşı basın danışmanı falan olarak işe alıp o an aldığının iki katı maaşla işe başlatacağım onu da bildireyim.

20100517

ikikikikik

"kikikikikikiki" diye sesler duyunca Bursa'da durum 2-2 oldu sandık. Meğer halimize gülüyorlarmış.

(Fenerbahçe kenar yönetimi, 2010)

20100512

Kapıyı kapamazsan çocuklar duyar

Çocuklar Duymasın Hasreti Sona Eriyor

Bir döneme damgasını vuran "Çocuklar Duymasın" adlı dizi, isim değiştirerek izleyicileriyle tekrar buluşmak üzere.

Dizinin yapımcılarından aldığımız bilgiye göre yeni sezonun ilk bölümünde Zıpır Havuç ve ablası Duygu, Meltem ile Haluk tartışırlarken aralık kalan mutfak kapısından tartışmayı dinleyecekler ve olaylar gelişecek.

Çocukların da tartışmaya dahil olmasıyla yaşanan aile dramı sonucu Haluk Meltem'in yüzüne kezzap attıktan sonra hapse düşecek. Kezzaplı suratıyla patronunun gözünden düşen Meltem işinden atılacak ve çareyi Hüseyin altılıyı vurduktan sonra temizlik şirketi kuran eski temizlikçileri Emine'nin yanında işe başlayarak evlere temizliğe gitmekte bulacak. Dizide Havuç'u taksim'in izbe barlarında çalan gitarcı ergen, ablası Duygu'yu ise dip boyası gelmiş çakma sarışın çıtır olarak izleyeceğiz.
Çekimleri yoğun bir tempoda devam eden dizinin yapımcıları, Türk aile yapısında son yıllarda yaşanan yozlaşmaya dikkat çekmek istediklerini; dizinin yeni yayın döneminde dini bütün kanallarımızın birinde ibret-i alem olsun diye yayınlanacağını belirttiler.

Dizinin yeni ismi sır gibi saklanırken, Acar muhabirimiz Acar'ın edindiği bilgilere göre yeni isim "Kapıyı kapamazsan çocuklar duyar" falan olacak.

Bu arada dizinin yeni senaristinin sözleşmesinde "ulu orta yerde kaçamak yapıp basına yakalanmayacağıma söz veriyorum" maddesinin olduğu da söylentiler arasında.

20100510

Aşka Mühendislik Yaklaşımı - 2

Mühendis iltifatı: O kadar zarifsin ki, evrim teorisi diye bir şey varsa sen kuğudan evrimleşmiş olmalısın.



şunu da koyayım tekrar


20100505

Koynumda Arazöz Beslemişim

Konulu bloglardan çok hazzetmiyorum. Konulu derken, sürekli otomobil, spor, moda vs. konularda postlar yazılan bloglardan. Bu tür bloglar yazan insanların emeklerine saygısızık gibi olmasın ama genelde bir yerlerden copy-paste yapılmış gibi geliyor onlar.

"Nokia'nın hasta olacağınız telefonu N-ill'in 2010 Temmuz ayında piyasada olması bekleniyor" mesela. Nokia yetkilileri kendi verdi sanki bu bilgiyi sana.

Bu girizgahımın sebebi benim blogun da giderek konulu bir bloga dönüyor olmasıdır. Konu da tabi ki kedi. Daha spesifik olmak gerekirse, Rufus. Baktım da şöyle, son postların büyük çoğunluğu Rufus ile alakalı ve ne yazık ki bu post da Rufus temalı olacak.

Öncelikle Rufus'a blogu bu hale getirdiği için teşekkür ederim.

Konuya geleyim.

Salak kedim 5-6 haftadır arazöz gibi işeyerek geziyordu ya, ben de -veterinerimizin ve çevrenin yorumlarının da yardımıyla- bunu azgınlık döneminde olduğu şeklinde yorumlayarak ve bu işemelere dayanamayarak Rufus'u sünnet ettirme yoluna gitmiştim zira Rufus'un son zamanlardaki arazöz seferleri aktarmasız olarak yatağım üzerinde gerçekleşmeye başlamış; ve bu seferler yatağımı çamaşır suyu/domestos/leke sökücü/koku giderici ile silinmekten helak olmuş, söz konusu ürünlerin üreticilerini ise paraya para demeyen bir hale getirmişti.

Rufus'un geçen hafta geçirdiği operasyondan sonra seferler durdu. Bir daha da olmaz düşüncesiyle gönlüm gayet ferahtı. Gel gelelim, dün salak kediyi yine tam hedefe işemiş halde buldum akşam eve geldiğimde.

Hala aynı şeyi yaptığına göre ya baş edilemez bir libidosu olmalıydı Rufus'un, ya da başka bir problemi. Haliyle ikinci seçeneğin doğru olduğunu düşünüyor ve öyle olmasını istiyordum. İstiyordum çünkü ilk seçeneğin doğru olması halinde TV'ye çıkıp "Günde 10 kez yapıyorum, üstelik ben kısırlaştırıldım" diye demeç veren bir kedi görmemiz an meselesi.

Sağolsun sevdicek bugün biraz araştırmış. Kısırken bile bu davranışı sergilediği göz önüne alındığında konan teşhis şu:

Rufus bana çok kızgınmış.

Bunun sebebi yaptığım bir hareket, evde yerini değiştirdiğim bir eşya falan olabilirmiş.

Salak kedinin bu yaptıklarının sebebi başka bir şey olsa, ne bileyim şımarıklığından, aç olduğundan, sıla hasretinden, İsmail YKM gibi bir insanla aynı dünyada yaşadığından falan yapsa bunları, içim yanmayacak.

Neymiş, bana çok kızgınmış. Sabah uyurken ayaklarını ısırıyor olsam, gece yatağa yatıp uyumak üzereyken üzerine atlayıp patilerimle onu dövsem, benim yüzümden odanın camını açamıyor olsa, beni koridora kapadığında ağlayışımla bütün evi inletiyor olsam ve ona yemek yiyip kahve içerken bile rahat vermesem kızmakta haklı ama bunların hepsini yapan da o.

Neymiş, bana çok kızgınmış.

Akşam karşısına geçip gönlünü almayı deneyeceğim. Özür dilemeyi, patisini öpüp başıma koymayı planlıyorum. Yanında bacak bacak üzerine atmayacağım, küfretmeyeceğim konusunda falan da söz verirsem belki kızgınlığı geçer de vazgeçer yatağıma işeyep durmaktan. Olmadı tehdit edeceğim "ya çiş ya ben" diyerek. O da olmazsa son çare olarak ağzımı bozacağım ve "Kötü kedi" diyeceğim.

Bakalım.

20100503

Efsane

Yıllardır duyduğumuz, genelde "bir arkadaş" kalıbıyla başlayarak anlatılan şehir efsaneleri vardır ya.

"Bizim dört arkadaş sınava geç kaldıkları için arabanın lastiği patladı diye bahane uydurmuşlar, hoca da hepsini ayrı sınıflarda sınava alıp "hangi lastik patladı?" diye sormuş" falan gibi.

Bu şehir efsanelerine bir yenisi daha eklenmekte, haberiniz yok:

"Geçenlerde D&R'da kitap bakınıyordum, yakınımdaki iki tiki kızdan biri diğerine "Aaa Aşkı Memnu-nun kitabı çıkmış kızaaam" dedi"

Bu lafla 2-3 kez sözlükte olmak üzere toplamda 5-6 kez karşılaştım. O da şimdilik. Yayılır gider bu yakında, köşe yazarlarından falan bile okuruz.