20110928

11

Bildiğiniz üzere (yine böyle başladım ama korkmayın bir yere refer etmeyeceğim) 11 harfin birleşmesiyle meydana gelen, biraz uzun bir ismim var. Voltran'ın bile 5 aslanın birleşmesinden oluşup o kadar güçlü olabiliyosa düşünün artık benim isim ne kadar güçlü. B de başını oluşturuyor tabi. Ayrıca Türk alfabesinde 29 harf olduğunu göz önüne alırsak 11 harfli ismim ve 6 harfli soyismimi yazdığımda alfabemizin yarısından fazlasının halini hatrını sormuş oluyorum sayı bazında.

Neyse, yine ismim konusundaki bir muhabbet esnasında 11 harfli bir ismin ne gibi faydaları olabileceğini düşündüm. Aklıma ilk gelen bir kaç tanesini aktarayım;

1. 11 harfi kullanıp kelime oyunu oynayarak zihninizi geliştirebilirsiniz:

Şöyle bir düşündüğümde bile aklıma (harflerin her biri bir kez kullanılmak suretiyle oluşturulan) 16 kelime geldi. Bir de joker hakkımı kullansam bilmem kaç kelime çıkar. Ama Joker hakkımı kullanmıyorum, çünkü Batman'e ayıp olur.

2. Cetvel olarak kullanabilirsiniz:

Bir şeyleri ölçmeniz gerekiyorsa ancak elinizin altında cetvel yoksa, içinizde bir yerlerde yatan minicik de olsa bir Mc Gyver parçası varsa etrafta bulduğunuz malzemelerden içinde gerekli paket programın da yüklü olduğu bir bilgisayar ve bir yazıcı üretebilir, Times New Roman fontunda 12 puntoyla büyük harflerle yazdığınız ismimi cetvel olara kullanabilirsiniz. Bahsettiğim şartlarda yazıldığında ismimin uzunluğu 2.9 cm oluyor. 3 alabilirsiniz siz sormadan söyleyeyim. İstediğiniz sorudan da başlayabilirsiniz.

Ha yok, "Ben bunları yapana kadar bir cetvel bulurum" derseniz sizin bileceğiniz iş. Ben bulamadım mesela ismimin kaç cm olduğunu öğrenmeye çalışırken. Telefona cetvel aplikasyonu indirdim, öyle ölçtüm.

Ek olarak, her 11 harfli ismin de aynı sonucu vereceği konusunda garanti vermiyorum, ismim İİİİİİİİİİİ olsaydı (ki iyi ki değil, kelime de türemez bundan) uzunluk 2.9 cm'den biraz daha kısa olurdu sanırım.

3. İnsanların sizi ne kadar sevdiğine emin olmakta kullanabilirsiniz:

Mesela sevgiliniz ya da bir hayranınız sizin için isminizi kullanarak akrostiş yaparsa yapan insanın sizi cidden çok sevdiğinden (ya da yapacak hiç işi olmadığından) emin olabilirsiniz. Her harf için anlam bütünlüğünü devam ettirecek bir mısra bulmaya çalışmak yazdığın şiiri aruz veznine uydurmaya çalışmaktan daha yorucu bir iş sonuçta. Benim için bunu yapan olmadı şimdiye dek.

4. Belki Tarihe Geçersiniz:

Olur da size akrostiş yapan o insan isminizi 12 değil de 120 punto ile bir mermerin/taşın üzerine yazarsa yaşadınız, bundan 3000 yıl sonra falan bile isminiz yaşayacak demektir. 3000 yıl sonra o taş blogu bulanlar "Aha, bir dikit daha bulduk, bu yatıyor ama olsun" diye sevinecek, onu şehrin en merkezi yerine dikeceklerdir muhtemelen. Dikitte ne yazdığını anlamak için ne kadar kafa patlatırlar, orasını bilemem.

Ha bir de, o biraz masraflı olur ama, yazan insan mürekkep yerine altın suyu kullandıysa "Tarihe adını altın harflerle yazdırdı" teriminin de kahramanı olursunuz.

5. İnsanların sinirini alırsınız:

Nitekim size kızıp bağırarak 11 harf 4 heceden oluşan isminizi söylemeye başlayan insanın siniri ismin sonuna geldiğinde geçer, gider. Muhtemelen neye kızdığını bile unutur. Sinirlenince içinden 10'a kadar saymaktan daha etkili bir yöntemdir. (Sonuçta 11>10) Anger management olayında yeni çığır.


Aklımda bir kaç madde daha vardı da unuttum nedense, eklerim aklıma gelirse.




20110923

Sevdiğim Mavi

Rakçı olup havalı havalı gezineceğine böyle şarkılar yapmaya devam etseydin keşke.

Bir de adamın yaptığı inceliğe (2:52) en azından bi gülümseseydin


Cool Maymun

En cool adam da olsan karşı cins uğruna bir kez maymun olursun.

Biraz şanslıysan; seni maymun eden, annesinin yokluğunda yemek yedirmeye uğraştığın minik kızın olur.

Şimdi Reklamlar

Kımanç kişisinin benimle rekabet ederken şöhretini kullandığınıdan, reklam filmlerinde oynadığından falan bahsetmiştim. (Önceki postlara refer ede ede blog da ansiklopediye döndü)

Artık ilahi adalet midir, bilmem, o bahisten 2-3 gün sonra bir ajansta çalışan (ki ajansta çalıştığını da ogün öğrendim) bir arkadaşım "İtalyanca bilen biri lazım bize, bir reklam için, ilgilenir misin?" diye sordu. "Benim İtalyancam ilk kurda bıraktığım kurstan ibaret, come stai" dedim ben de. "Olsun, zaten bir cümlelik bir şey, halledersin. Göndereyim mi fotoğraflarını değerlendirmesi için?" dedi. İyi madem, dedim. Zaten beni İtalyanlar'dan ayıran tek nokta da pizzayı kalın hamur seviyor oluşum.

"Yalnız benim de kurallarım var, Buro Kuralları" dedim arkadaşa. Sonuçta baştan bilsinler istedim prensip sahibi bir insan olduğumu. "Nedir kuralların?" dedi. "Öpüşürüm!" dedim. "Hıı, tamam." dedi ama pek de ciddiye almış gibi görünmüyordu beni.

Bir taraftan böyle bir şeyin eğlenceli olabileceğini düşünürken diğer taraftan da yıllardır özenle sakladığım bendeki o ışık artık ortaya çıktığı için içim buruktu. Ama yapabilecek bir şey de yoktu. Güneş balçıkla sıvanmaz sonuçta.

Neyse, iki gün sonra falan aradı beni bir arkadaş.

- Buro Bey, fotoğraflara göre maşallahınız var, yönetmenimiz sizinle yüz yüze görüşüp bir de deneme çekimi yapmak istiyor. Cumartesi uygunsanız.

dedi ve içerikten, İtalyanca söylemem gereken cümleden bahsetti.

- Tamam, çok Avrupai görünüyor olabilirim ama İtalyancam başlangıç seviyesinde, yine belirteyim. Ama cümleyi ezberler gelirim, dert değil.

- Tamam, çok dert değil o kadarı da yeterli.

- Tamam o zaman, görüşürüz.

gibisinden bir telefon görüşmesinden sonra ben çalışmalarıma başladım. Söylemem gereken cümlenin İtalyanca karşılığını İtalyancası iyi bir arkadaşa sorup öğrendim. Öğrenmem gerekeni öğrendikten sonra "Ha bir de, vay vay vay 'ın İtalyanca karşılığı var mıdır ki?" diye sordum arkadaşa. "Git, deli misin" dedi.

Tamam söyleyeceğim cümle zaten belliydi ama şartlar uygun olursa ben de kendimden bir şeyler katmak isterdim oyunculuğuma. Ne bileyim, "Vay vay vay, bilmemne bilmemneye bak" diyebilirdim mesela İtalyanca. Bu cümle de bir yerden tanıdık geliyor bana ya neyse, sonuçta esinlenmeler her zaman olabilir, di mi?

Cumartesi görüşmeye gidip yönetmenle tanıştım. İngilizce konusunda daha bilgili olduğumu öğrenince aynı reklamın İngilizce versiyonunda oynatmaya karar verdiler beni. İtalyanca için çok çalışıp konsantre olmuştum ama "Non importante" dedim, bana uyar. Sonuçta her rolü her dilde oynayabilmeliydim.

Çoğu cümlenin daha aksanlı söylenmesi (ben İngilizceyi İç Anadolu aksanıyla konuştuğum için biraz zorlayan tek kısım bu oldu) gerekliliği sebebiyle yapılan 10-15 tekrardan sonra deneme çekimi başarılı bitti. Yani bitmiş, çünkü ben rolümün biraz daha devam edeceğini düşünüyordum. Sonuçta hala öpüşmemiştim kimseyle. "E öpüşmedim?" dedim. Bi garip baktılar. Sanırım arkadaşım kurallarımdan bahsetmemişti. Neyse, sonuçta ilk sefer için biraz esnetebilirdim kurallarımı.

Haftaya arayacağız sizi, tam tarihi belirtmek için, dediler. Olur, dedim. Beklerim.


Bir aksilik olmazsa böyle eğlenceli bir deneyimim de olacak. Gerçi haftaya diye bahsettikleri hafta bitirmek üzere olduğumuz şu hafta. Benden vazgeçmiş de olabilirler, ama olsun.


20110922

Mevsimi Geldi

Bilirsin ya, kauçuk üretmek için önce kauçuk ağacının gövdesini boy boy çizer çiftçiler. Ağacın gövdesinden çıkar da kaplara süzülür süt, sonra onu işler kauçuk yaparlar.

Haşhaş bitkisi vardır bir de. Yeteri kadar büyüdüğünde kırar onu işçiler de gövdesinden akan sütle afyon elde ederler. Hatta derler ki, tarlada çalışan bebekli kadın bir damla sürermiş o sütten bebeğin ağzına, bebek kafa bir milyon, gıkını çıkarmadan gün boyu uyurmuş kundağında.

Senin -gidişin değil ama- gidiş şeklin de öyle bir kırdı ki beni, öyle çizdi ki beyaz ve narin yerimi; şu aralar kimi zaman kauçuk gibi kalıba dökülüp bir şekle giren, kimi zaman da afyon gibi zehir veren yazılarım öyle döküldü benden dışarı, çiziklerden akan süt gibi.

Belki de o yüzdendi;

Bir süre bir esneyip bir gerilmem kauçuk gibi.

O yüzdendi;

Kafam bir tuhaf gezmem biri ağzıma bir damla afyon çalmış gibi.






Neyse ki haşhaş mevsimi geçti.




(Ağustos,11)

How (not to) pin the hole.


Kendisine çoğu zaman güvendiğim, beni neredeyse hiç yarı yolda bırakmadığı halde zekamı sorguladığım durumlar olabiliyor. İnsanın kendi kendini sorgulaması güzel bir şey bir yandan, o yüzden bu durumu pek de ciddiye almıyorum. Ama yine de yazayım istedim ki ibret-i alem olsun. Aleme olmasa da bana olsun ki, yaptığım mallığın dozu artmasın.

Biliyor olabileceğiniz, bilmiyorsanız da şuradan öğrenebileceğiniz üzere bir pinhole kamera yapmıştım ancak sonuçlar çok da istediğim gibi olmamıştı. Mükemmele yakınsamaktan fazlasıyla hazzeden bir insan olarak bir süredir kamerayı geliştirmeyi, T-800'den T-1000'e terfi ettirmeyi düşünüyordum.

Aslında her şey tamamdı da gövdeyi kartondan değil de daha sağlam bir malzemeden yapmak gerekliydi. Böylece makinayı bir kaç film rulosu harcayacak kadar uzun süre kullanabilecektim . (Kartondan yapınca kullan at gibi bir şey oluyordu makina). Bunun için de maket yapımında kullanıldığını bildiğim balsa ağacını kendime malzeme olarak seçtim, baktığım forumlarda kendisinin bilindik bir yapı marketten tedarik edilebileceğini öğrendim. Üşenmedim gittim, ancak balsa ağacını söz konusu yapı markette bulamadım. Hah, iyi oldu hatırladığım, gideyim o foruma da -rep vereyim balsa ağacının o yapı markette bulunduğunu yazanlar kimlerse. Emeğe de saygım yok kusura bakmasınlar.

Neyse, hammadde sıkıntısı yüzünden bir süre ertelendi benim makine işi. Ta ki bugün marketin kasa sırasında aşağıda görebileceğiniz fotoğraf makinesi gözüme takılana kadar. Görür görmez bir şimşek çaktı kafamda, bu çek at makine çekip atmazsam pinhole kamerama sağlam bir gövde olabilirdi pekala.

Tanıştırayım, kameramız:




Evet, kendisi biraz "girly" olabilirdi ancak benim için önemli olan işleviydi. Gerekirse boyardım, yeter ki güzel bir gövde olsundu. hem yanında bir de kol saati vardı, daha ne isteyebilirdim ki. Hemen sepete attım kendisini. Sonra içimden bir ses "bulunsun" dedi, bir tane daha aldım aynısından. Zaten ölümüm o sesten olacak muhtemen.




Hevesle eve gelip paketi açtım. ve fazlasıyla şirin kameramı çıkardım. Gel gör ki olması gerekenden biraz hafifti makina. Ah, dedim. "Çek at değilmiş bu. Filmi kendim takmam gerekiyor". Çok da problem değildi bu. Arka kapağı açmaya çalışınca biraz zorlandım, açmaya uğraşırken kapağın gövdeye bir vidayla tutturulmuş olduğunu gördüm. Ondan hemen sonra gözüm her pozdan sonra filmi ilerletmek için kullanılan yuvarlak zımbırtıya takıldı. Çevirmeye çalıştım, ama çevrilmiyordu. Gövdeyle birdi resmen. Onun şokunu atlatamadan flaşını gördüm makinenin, o da bi donuk bakıyordu bana.



Ve acı gerçekle yüzleştim...



Makine oyuncaktı!



Yani hiç bir şekilde fotoğraf çekme yetisi yoktu.

Umutlarım yine sönmedi, sonuçta benim için önemli olan içine ışık almayan sağlam bir gövdeydi. Gövdenin ışık alıp almadığını anlamadan önce içimden bir ses (muhtemelen "bulunsun" diyen) vizörden bir bakmamı söyledi. Eh dedim, seni ne zaman kırdım ben.

Gözümü vizöre dayadığım o an anladım, durumun benim için aslında ne kadar da ümitsiz olduğunu. Zira vizörde gördüğüm şey aşağıdaki kutup ayısıydı. Deklanşöre bastıkça vizörde farklı hayvan figürleri beliriyordu ancak ilk gördüğüm figürün kutup ayısı olması beni cidden üzmüştü.



Optimist sayılabilecek bir insan olarak hala kendimi teselli etmeye çalışıyordum: Neyse ki havalar soğumaya başlamıştı. Bir ekşın gerçekleşecekse en azından çöl ikliminde gerçekleşmeyecekti.

Sonra gövdenin de zaten içine fazlasıyla ışık aldığını, almıyor olsa da 35 mm filmi içine sığdırabileceğim boyutlarda olmadığını farkedince oyuncak fotoğraf makinesiyle işim bitmişti. tam o sırada gözüm paketin üzerindeki ibareye takıldı. "Real camera action". Ben ne yazık ki sadece ilk iki kelimeye dikkat etmiştim ürünü satın almadan önce, paket elimdeyken.

"Bari şu saate bakayım, nasıl bir şeymiş" diye düşünüp saati elime aldığımdaysa bir kez daha sarsıldım.



Saat de oyuncaktı!


Tek işlevi üzerinin kapak gibi açılabiliyor olmasıydı ki o da zor anlarında içmek üzere içine zehir gizleyen bir padişah kızı (şehzadenin pembe saat takacak hali yok) olmadığım sürece pek işime yaramazdı.



Sonuç olarak, T-1000 modeline terfi etmem bir süre daha ertelendi.

Durumun bi Punto'ya yararı oldu. Saati önüne attım, onunla oynayıp duruyor. Ondan sıkılsın, makineyi de önüne atarım. Bir haftalık oyuncak ihtiyacını gidermiş oluruz.






20110919

Ah

Şunları öğrenmesem iyiydi.
"Hangisini öğrenmesen daha iyiydi?" diye sorarsanız,

"ikinciyi" derim.




20110909

Rufusav Peşinde

Rufus görmeyeli av yetilerini de iyice geliştirmiş, avcı yönünü dürtükleyen içgüdülerini ayak, burun, göbek gibi insan uzuvları üzerinde test etmek yerine daha farklı avlara yönelmiş. En azından kısmen.

Daha önce üstün sinek yakalama yetilerini bir arı üzerinde de deneyince patisinden sokulmak suretiyle maruz kaldığı bir iş kazası falan da olmuş ama o kadar iş kazası kadı kızında bile olur. Ne bileyim kadı kızı testiyi düşürüp kırar falan mesela. Ama kadına şiddete karşıyız; kadı, kızına nazik davransın. Ne çeşmeye göndermeden önce, ne de kızı çeşmeden geldikten sonra onu hırpalamasın.

Konuyu çok dağıtmayayım, aile ziyaretim sırasında gözlemci yönüm teyakkuz halindeyken Rufus şaşkınını bir sinek peşinde koştururken gördüm. Ben yanına yaklaşana kadar Rufus sineği yere indirmişti bile. Ben de bir belgeselciye yakışır şekilde, kameramı yere bırakıp Rufus'un avıyla olan mücadelesini sessizce kaydetmeye başladım. Yalnız baktım bi ara Rufus kediyi o minik büfemsi şeyin altına kaçırıp şaşkın şaşkın bakınmaya başladı, hem belgeselci etiğimi hem de büfeyi bir kenara çekeyim dedim ki Rufus da avına kavuşsun. Yalnız büfeyi kenara çektiğimde ben de en az Rufus kadar şaşkına döndüm. Çünkü az önce Rufus'un pati darbeleriyle serseme dönen, bırak uçmayı, yürümeyi bile zor beceren sinek ortada yoktu. İyi ki o an biri de benim belgeselimi çekmiyordu, o şaşkınlığım kayda geçsin istemezdim. "Tam çekemedim lan" düşüncesiyle biraz daha ittirdim büfeyi ama avım, amaan, Rufus'un avı, yine yoktu ortalıkta. Emin olmak amacıyla büfeyi tamamen yukarı kaldırdım, ama sinek hala yoktu. Gök yarılmıştı da içine uçmuştu sanki. Gerçi büfeyi tamamen kaldırmamın sebebi birazcık da büfeyi azıcık daha çekersem parkelere vereceğim hasar sonucu annemden yiyeceğim lafların kulağımda çınlamış olduğuydu ama olsun.

Sonuç olarak çabalarımdan vazgeçtim ve bıraktım yerine büfeyi. Rufus da, yavrum, bir iki tur daha atıp çaresiz kaldığının farkına vardı ve mücadeleden vazgeçti. Tabi ki bir sonraki avına kadar.

Rufus'un çaresizliğini de Rufus'un 1:05 gibi attığı "Nerde bu lan?" bakışıyla anlayabilirsiniz.

O zımbırtının adı büfe değil başka bir şey de, aklıma gelmedi şimdi vallahi.

20110908

O kullansın.

Kımanç Tatlıtüy ile olan tatlı rekabetim (oha bu terimi kullanınca da bir tuhaf oluyormuş insan) yaklaşık üç yıl önce annemin bana hediye almaya karar verip hediye olarak da 10 yıldan uzun süredir kullandığım parfümü almaya niyetlenmesi, ancak reyon görevlisinin farklı bir parfüm ittirmek istemesi üzerine annemin beni arayarak "Oğlum sana parfüm alacaktım da, buradaki hanım başka bir parfüm öneriyor, hem Bihlül de bundan kullanıyormuş" demesiyle ortaya çıkmıştı. Şurda da bahsettiğim gibi kendisine ağzının payını bir çırpıda vermiştim. (Görevli Bihlül ile hiç karşılaşmamış, karşılaşmışsa da muhtemelen "Aaa bi kadının salak çocuğu sizin için böle böle dedi" demek yerine "Oh Bihlül" diye Bihlül'ün boynuna atlamış olduğu için yapıştırdığım bu laftan kendisinin muhtemelen hiç haberi olmamıştır, ama olsun.)

Gel zaman git zaman, aynı şahıs bana karşı üstünlük kurabilmek için şöhretini kullanmaya karar verdi. Oysa bu ne kadar bel altı bir yöntemdi. İstesem ben de şöhret olabilirdim ancak ben sokaklarda insanlar boynuma atlamadan yürüyebilmeyi, gece gezmelerimde yanımda kimin olduğu görüntülenmeden rahatça eğlenebilmeyi tercih etmiştim. Bugün bütün ülke beni tanımıyorsa sebebi rahatlığa olan bu düşkünlüğümdür yani.

Ama şahıs, şöhretini kullanıp bir kot reklamında oynadı. Üstelik reklamda kadınlara ayıp ayıp imalarda bulundu falan. Hem de annesinin yanında olana bile! Yakışıyor mu hiç aile yapımıza. Gerçi eleman annenin orada olduğunu bilmiyordu ama olsun. Ayrıca anne de hiçbir şey demiyor maşallah. Arkadaş ben hatunu gözümle yerken "Vay, vay, çantaya bak" desem ve bunu hatunun annesi görse o çanta (varsa tabi) kafamda paralanmakla kalmaz, arkadaşlarımın/sevgililerimin annelerinin gözünde itinayla çizdiğim "efendi çocuk" profili de dağılır gider. (Şaka, itinayla çizmiyorum o profili. Efendi bir adamım, yapacak bir şey yok) Ayrıca burdan söz konusu firmaya da kırgınlığımı belirtmek isterim: Ben sizin markayı resmen ilkokuldan beri kullanıyordum lan, bi ara başka marka kot giymezdim, 174'lerinizi benim için üretirdiniz. Markanızı ben meşhur ettim, haberiniz yok. (Çok oluyorum galiba)

Geçenlerde de aynı şahsı bir dizi fragmanında gördüm. Hatta dizi başladı sanırım. Neymiş, "Işığı kapatma, karanlıkta uyuyamıyorum". İşte şahsın gerek şöhretini kullanmak, gerek türlü ayak oyunları yapmak suretiyle beni yendiğini anladığım an da bu fragmana gelen tepkileri gördükten sonra oldu. Ben "Işığı/TV'yi kapama, karanlıkta uyumayı sevmiyorum" dediğimde "30 yaşına geldin, çocuk musun!" tepkisi alıyorum insanlardan, o aynı lafı ettiğinde "Ayyy canııım", "Oyh, ne seksi" tepkisi falan alıyor.

Sanırım yenik durumdayım şimdilik, nitekim millet "Kımanç, Kımanç" diye ortalarda geziyor. Ama direneceğim, azimliyim. Tamam, bir tatlıtüy değiliz ama bizim de kendimize göre bir karizmamız, muhtelif başarı hikayelerimiz, iz bırakmak için kullanacağımız aleni/gizli silahlarımız var sonuçta.

Işığı kapatma. Çantanı göremiyorum.


Bu arada Anne, neydi ya o parfümün adı?


Satır aralarından çıkarmanız gereken: Bugün yazacak daha anlamlı bir şey bulamadım.

Gezi

Yan koltuğumda oturan, çantasına yerleştirmesine yardımcı olduğum yaşlı kadın sordu, kalkmadan hemen önce:

- Sizin de aile ziyareti mi?
- Yok, aile değil.
- İş seyahati o zaman?

Yok, dedim. İş seyahati de değil. Aşk seyahati.

Gülümsedi kadın, gözlerinin içi parladı.

Sanki gençliğine gitti.

20110905

Naşkolsun


Nazlı bazen acımasızca eleştirir.

N: Olm gelsene Ankara'ya, çok eğleniriz bak. Ben buradayim diye mi gelmiyorsun anlamadım ki
B: Gelirim tabi hacı ya, aşk olsun.
N: Aşk olsun bence de, başka türlü geleceğin yok senin.

Öyleydi-II

Bembeyazdı. 

Geride bıraktığı, belki de o yüzden bir kar tanesi gibi. 

Yuvarlandıkça büyüyen, büyüdükçe bir çığa dönüşen. Üzerimi kaplayıp beni üşüten. 

Güneş yüzünü gôsterdiğinde eriyip giden. 

Öyleydi-I

İncecikti.

Giderken bıraktığı, belki o yüzden kağıt yarası gibi.

Hiç beklemezken derince kesen. İlk anda çok acı veren.

Sonra aklına getirip kurcalamazsan pek de hissedilmeyen.
Bir zaman izi geçmeyen. Sonra kaybolup giden.