20100629

Atlı Spor

Bu Carrefour süpermarket ailesi giderek aile yapısını bozuyor, usturuplu bir süpermarket formatından bir panayır formatına dönüşüyor. En azından ailenin İçerenköy'deki bireyi öyle. Bir ay falan önce minik minik vagonların önüne bi minik lokomotif ekleyip "gezi treni" diye bi nane çıkarmışlar. Carrefour'un etrafında geziyor anladığım kadarıyla. Etrafı dediğim de otoparkın içi. Marketin en kalabalık zamanlarında, otoparkta araçların geçtiği 2 şeritlik yolu kaplayıp tın tın giderken rasladım kaç kere. Hayır millet park yeri bulmak için yırtınıyor; makinist kılıklı adam vagonlarını yaya yaya geziniyor.

Tam trene alışmıştım, bugün de gittiğimde açık otopark bloglarından bir tanesinin bir kısmını "at binilen yer" olarak tahsis ettiklerini gördüm. Hara desem değil, at pisti desem değil, ne desem bilemedim. Baktım, kadının biri eğitmeni eşliğinde zıplaya zıplaya ata biniyor on metre çapında bir daire içinde. Millet de onları izliyor.

Şimdi her yerde cv'lerine hobi olarak "at binmek" yazan tipler çıkarsa şaşmam.

-Nerde biniyorsun, İstanbul Atlı Spor'da falan mı?

- Yok, Carrefour İçerenköy'de.

20100628

Şampiyonluk İksiri

Sigara ile olan 9 yıllık arkadaşlığımı noktalamaya -bir kez daha- karar verdim. (Bu arada dokuz yıldır sigara içtiğimi şu an farkettim, ne kadar da uzun zaman olmuş)

Bir kez daha diyorum, çünkü sigarayı bırakmak için gerek şart olan iradeye asla sahip olmadığını düşünen bendeniz daha önce de "canım bırakmak istemiyor ama bıraktırabiliyorsa da itiraz etmem" düşüncesiyle kah nikotin bandı, kah akupunktur, kah bir takım draje, kah canım sigara istedikçe ağzıma ağzıma vurmak yöntemlerini denemiş, bir tanesinde sonuca çok yaklaşmama karşın "ulan şirkette sadece sigara için mola veriyorum, bırakırsam ne molası vericem, boş boş mu gezinicem" diye kendimi kandırmam sebebiyle bırakmaktan vazgeçmiştim.

Bu sabah yine şirkette bir sigara molası sırasında yanımdaki arkadaşla konuşurken aniden gaza geldim.

Şimdi yalan yok, sigarayı bırakmak için fizyolojik ve psikolojik açıdan bir yardımcıya ihtiyacım var. "Sigarayı pat diye bırak. Canın sigara istediğinde şeker ye, derin nefes al, bir bardak soğuk su iç, leblebi tozu yiyip üçyüzotuzüç demeyi dene" falan gibi insanı tamamen iradesiyle baş başa bırakan yöntemler bana ters. İlla ki "hadi koçum, göreyim seni" diyebileceğim, düşmana karşı arkamı kollayacak bir varlık olmalı bu mücadele sürecinde.

Bu yüzden zamandır ara ara araştırdığım ilaç geldi aklıma. O kadar yöntemi denedikten sonra sigarayı bırakma çalışmalarının önce kafada başladığını; sürece "bırakırsam ne ala" diye değil, "bırakacağım" diye başlamak gerektiğini yaşayarak öğrendiğim için o ilacı kullanmayı erteliyordum.

Ve işte o an gelmişti. Yanımdaki arkadaşa "Ben bi geliyorum" dedim, atladım bildiğim en yakın eczaneye gittim. O kadar erken gitmişim ki daha açılmamış eczane. Sonra baktım, karşı sırada bir eczane daha var. Onlar da daha yeni açıyor eczaneyi. Eczacı arkadaş içeri girdikten otuz saniye sonra falan da ben girdim, nedense "aa yeni mi açtınız" dedim sanki iki dakikadır adamı eczaneyi açarken gözetlemiyormuşum gibi. "Sigara bırakmak için o kadar gaza geldim ki, neredeyse eczanenin kapısında yatacaktım" diyemedim. Zaten desem "nöbetçi eczane diye bişi var kardeşim" derdi eczacı muhtemelen.

Neyse, uzattım. İlaç Pfzer'ın (prizer değil; gülş) Champix adlı ilacı. Ne işe yaradığını bilmesem adını duyduğumda doping ilacı olduğunu sanırdım ben, "şampiyonluk iksiri" gibisinden bir açılımı olduğunu düşünerek.

Sözlükten araştırdığım kadarıyla asabiyet, mide bulantısı gibi yan etkileri olabiliyormuş ama göze aldık artık onları. En garibime giden yan etkisi de aşırı gerçekçi rüyalar görmeye sebep olması. Aşırı gerçekçi tanımı aklıma 3D, full HD rüyalar falan getirdi. Açıkçası üç boyutlu fantastik rüyalar görme fikri de cazip geldi bana. Fantastik lafını duyunca fesatlaşmayın, fantastikten kastım büyücülü, ejderhalı falan rüyalar.

İlk hapımı bugün yuttum, prosedür gereği sigarayı bırakacağım gün olarak da altıncı ve ondördüncü günler arasındaki seçeneklerden sonuncusunu seçtim. 2 hafta sonra bugün sigarayı bırakmış olacağım bir aksilik olmaz, Rufus hapları bulup tatlarına bakmaz, sigara irademe galip gelmezse. (ki gelmeyecek diyeyim de ne kadar kararlı olduğumu kendime göstereyim)

Gidişatı da gün be gün buraya yazasım var, Bakalım.

20100615

Kolbaydı

Kolbastının 2009'un alnında kara bir leke olarak bu kadar popüler olmasının sebebi çok disiplinsiz bir dans türü olmasıdır sanırım. Tepin dur abi başka bi olayı yok.

Elektrik buggy'de bile bi senkronizasyon var yahu.

Büyük - Küçük

Küçük denilebilecek bir şehirde doğup büyümüş olmamın en büyük avantajı ilkokuldan, hatta daha öncesinden tanıdığım arkadaşlarımla hala görüşüyor olmam, 29 yaşındayken 20 yıllık bir "en yakın arkadaş" a sahip olmamdır sanırım. Bir insanı bu kadar uzun süredir tanıyor olmak ve hiç kopmamış olmak, bu gerçekten garip bir duygu.

Gel gör ki bir çok dezavantajı da oldu küçük bir şehirde büyümüş olmamın. Mesela müzik bilgim çok sığdır bana göre. Biz küçükken internet de çok yeniydi. İnternet kavram olarak yeniydi yani, şehrimde evinde internet olan ilk beş insandan biriydim belki ama bilgi paylaşımı/bilgiye ulaşmak bu kadar kolay değildi. Tek çocuk olunca sana yol gösterecek bir abi/abla ihtimali de olmadı. Kendim ne keşfettiysem o bi nevi. Üniversiteye geldiğimde de üşengeçlikten midir nedir, çok eğilmedim üzerine.

Sonra spor mesela. Futbolda da yeterince başarılıyken bir yerden sonra baydım, o kadar yıl basketbol ve tenis oynadım. Ben ortaokulda sırtımda çanta ve raketle şehrimizin tek kortunda tenis oynamaya giderken millet uzaylı gibi bakardı bana ve arkadaşlarıma. Sosyete sporu değil de, jet sosyete sporu falan gibi gelirdi sanırım onlara ki hiç de alakamız olmadı taşramızın jet sosyetesiyle.

Hala düşünürüm, basketbolda olmasa da teniste cidden iyi şeyler yapabilirdim ufkumun açılmasını sağlayacak daha büyük bir şehirde büyümüş olsaydım. Lise yaşlarında tenis turnuvalarında yaşıma uygun rakip olmadığından beni 30-35 yaşında insanların karşısına çıkardıkları vakidir.

Ha, isteyen insan bunları küçük bir şehirde de yapardı diye düşünenler de haklı, yapabilirdim çok isteseydim. Ama sanatın, sporun, müziğin bir dalına yönelmek için çok idealist olmak, risk almak gerekiyordu bizim zamanımızda, bizim küçük şehrimizde. Ben -doğru ya da yalnış- biraz garanti yolu seçtim sanırım. Madem kafam basıyor, kafası basan her insandan beklendiği gibi anadolu lisesi, fen lisesi, üniversite yolunu izleyip de bir kariyer çizeyim kendime dedim; bu konuda bana hiç baskı yapmayan ailemin beklentilerini de bir nevi karşılayarak.

Bu yolu seçtiğime pişman değilim şu an, ama belki de hem mühendis olup hem de sanatın bir dalında daha birikimli ve daha uygulamacı olabilirdim şu an eğer büyük bir şehirde yetişmiş olsaydım. (Niyetim Ferhat Göçer gibi doktor olup sonra şarkıcılığa soyunmak değil, yanlış anlaşılmasın. Ferhat göçer doktordu di mi bu arada? yoksa başkası mıydı o? neyse)

Sonuç olarak, eğer bir gün bir çocuğum olursa, şu yarını bile planlayamayan halimle çocuğum için planladığım iki şey var:

1. Bilgiye ulaşmanın bu kadar kolay olduğu şu devirde bile sırf ufku genişlesin diye onu büyük bir şehirde büyütmek. (Bu fikrin doğruluğu tartışılır)

2. Eğer erkek olursa, milyar dolarların varisi de olacak olsa, gerzek de olsa, hiçbirşey için olmasa askerlik için onun üniversite bitirmesini sağlamak.

Gecenin şu vakti bunlar nerden geldi aklıma bilmiyorum. Belki de "yapamadın ama geçerli sebeplerin vardı" diye dürttü içimden bir ses.

20100610

Kaderde İki Erkek Mango'ya Girmek De Varmış

Bugün baktım, son 11 postumun 6 tanesi taslak halinde, yani henüz yayınlanmamış, post olmamış. %50'den fazlası yani. Bunun çeşitli sebepleri var, uzatmayayım. Blogumu kişileştirmiyorum ama kendisinin hatrı da bende büyük. Bari son taslağı yayınlayayım da bi post olsun diye aşağıdaki sonu gelmemiş postu yayınlamaya karar verdim ben de. Tarih falan varsa bakmayın, 2 hafta öncesinin taslağı

Burdan başlar-----

Geçen hafta yurtdışındaydım. Daha spesifik olmak gerekirse Dubai'deydim. İş icabı.

Sıcağı, adım başı yükselen gökdelenleri falan sayıp "adamlar çölün ortasında neler yapmış yau" falan demeyeceğim, onları geçen yıl gittiğimde içimden demiştim zaten.

Gideceğimi çevremdeki çoğu insan bilmiyordu. Ev arkadaşıma bile gidiş tarihimi söylemediğimi havaalanındayken "hacı ben gidiyorum" diye arayıp "nereye gidiyosun hacı, araban bende" tepkisini alınca farkettim. Hatta daha vahimi, ben bile bilmiyormuşum tam gidiş zamanımı. Pazar gecesi 23:30'da sandığım uçuşun aslında 16:30'da olduğunu pazar öğlen 12:30'da uykumdan uyandığımda öğrendim. Bu benim hatam değildi gerçi.

Neyse işte, gideceğimi bilen pek kimse olmadığından ultra teknolojik ürün siparişi veren de olmadı haliyle. Kime ne alacaktım karmaşası yaşamadım. Ben yaşamadım da dünya alemden sipariş toplayan iş arkadaşım yaşadı. Şu mall senin, şu dükkan benim telefon, laptop, ps3 araştırmasıyla geçti boş zamanımızın çoğu.

Bi alışveriş merkezine de gözümüze Mango çarptı. Hadi dedik, bi girelim. Benim derdim sevgili, arkadaşın derdi de kardeşi için bir şeyler bakmak. Mağazada gezinirken bir anda konfetilerin fırlatılmasını, "tebrikler, iki erkek başınızla ve gönül rızasıyla Mağazamıza giren ilk insanlar sizlersiniz, buyrun bu da hediye çekiniz" diyen bir yetkili çıkmasını bekledim, ama olmadı. Demek ki var bizim gibileri.

Bu arada boş boş da dolanmadık tabi. Bir elbise gördüm tam da sevgilinin tarzı. Aaa alayım diye elimi uzattığımda gözüme etiketteki "Made in Turkey" yazısı takıldı. Alışveriş konusunda çok yetkin olmayan beynim "ohoo, zaten Türk malıymış, buraya kadar gelip Türk malı mı alıcam" tepkisini verince almaktan vazgeçtim.

Sonra da "kırk yılın başı romantik birşey yapacakmışsın, onu da yarım bırakmışsın" diye laf yedik sevgiliden.

20100609

Bitter vs. Lena

Bu aralar gündemi uzaktan takip ediyor olabilirim. Ki Eurovision birincisi şarkıyı keşfetmem de geçen haftaya rastlar bu sebepten ötürü.

"Eurovision siyasi yeaa." gibi çoğu insanın bildiği klişe şeyler söylemeyeceğim de şarkı bence hakikaten tatlı. (Tatlı sıfatına ne kadar büyük anlamlar yükleyebileceğim beni yakından tanıyan insanlar tarafından iyi bilinir)

Bi daha dinleyip izleyeyim derken şu kaydına rastladım bugün. Lena ablanın bazı tripleri, mimikleri feci şekilde aşkından memnun Bitter'i andırmıyor mu? Garip aksanı ayrı bi post, bilakis tez konusu olur. Bir de finaldeki performansı "sahne şovu rezaletti" falan diye eleştirenler var ya, bence şu garip dans kaporta ustası hatunlardan daha eğlenceli. (ince esprimi açıklama gereği duymuyorum)

Ha, Lena mı Bitter mi diye sorarsanız Bitter kişisine katıldığı yarışma zamanında feci hasta olmuş biri olarak Lena derim. Daha tatlı.