20160806

Üşenmek Optimizasyondur

Evden arabaya, arabadan şirkete bilgisayar taşımakta kullandığım sırt çantamın fermuarını kapamıyordum genelde, üşendiğim için. Sonuç olarak çantanın halka açık alanda kaldığı süre çok kısa; insanların içindekilere erişme, yağmurun içeri sızma riski düşük.

Gel gör ki şirkette otoparktan masama gidene kadar karşılaştığım arkadaşların "çantan açık kalmış" uyarılarına "zaten açacağım diye kapamadım" cevabını vermeye harcadığım efor çantayı kapamaya harcadığım eforu geçti.

Efendi efendi kapayıp gidiyorum artık.


20160422

Reklam

Malumunuz olabilir, çöp kalitesindeki tv programlarını izleyebilen biriyim. Bir de bu aralar yorgunluk sebebiyle akşam erkenden uyuyakalıp gece 3-4 gibi abuk saatlerde uyandığım için sıkıntıdan tv açıyorum, daha çok maruz kalıyorum o programlara.

Lakin derdim programlarla değil, reklamlarla. Program çok darlıyorsa kanal değiştiriyorum, geçiyor. Ama o saatlerde hangi kanala geçsem reklamlardan kurtulamıyorum.

Bu saatlerde sürekli dönen reklamlar var. Biri ürünlerini kullanacağıma makinemi değiştireceğim calgon reklamı. Ömrü boyunca makinemden 8 kg kir geçermiş, makinem bilmem kaç kg kirece maruz kalırmış falan onu anlatıyor. Anlat da 120 saniyede bir anlatma bunu arkadaş ya. Sayenizde makinem dile gelip "içime 8 kg kir girdi ama sigarasını söndürmedi" dese umursamayacak düzeye geldim. Kirse kir, size para vereceğime yeni makine alırım ki buna yıllar önce makineyi doktor edasıyla inceleyen teknislenli reklamlarınızı gördükten sonra karar vermiştim zaten.

Yalnız bir marka var ki calgon bile yanında sevimli kalıyor, o da scholl. Ayak fetişisti olan birinin yönettiğine inandığım markanın reklamları gecenin bu saatinde hangi kanalı izlesem karşıma çıkıyor. Çıkmak da değil aslında, karşımdan ayrılmıyor, sürekli dönüyor. Bir ürünleri var mesela, teoride elektrikli topuk taşı ama reklamı görünce bunun bir hızar falan olduğuna karar veriyorsunuz; kullanımını gösteren videoda topuktan talaşlar fışkırıyor resmen.

Bir diğer ürünleri de tırnak güzelleştiricisi. Tırnağın törpülenip yağ sürüldükten sonra çok güzel göründüğünü anlatmaya çalışan bir reklamları var ki reklamda kadın spor yaparken kendi tırnaklarının güzelliğini izlerken uzaklara dalıp gidiyor, başka bir kadın da hasedinden dengesini kaybedip düşüyor falan.

Daha beteriyse sarı sarı tırnakların gözüme sokulduğu tırnak mantarı mıdır nedir onun tedavisinin ürününün reklamı. Koca koca ayakların gözüme sokulduğu reklamın detayına girmeye gönlüm elvermiyor.

Bir markanın bir konuda uzmanlaşmaya çalışmasını anlıyorum da, bütün gün ortada yokken gecenin bu vakti tüm kanallardaki reklam kuşaklarını kapatmasını anlamıyorum cidden. Kime ne anlatmaya çalışıyorlar acaba.

Söz konusu markaya kayyum mu atanır nolur, dursun artık şu reklamlar. Sonuçta reklamlarda gözümüze sokulan ayak parmakları da hep birbirine paralel.

20150916

20150630

Yağdı Yağmur Çaktı Şimşek

İki haftadır Kartal tarafına yağan yağmur yüzünden mağduriyet yaşıyoruz. Öyle ki geçtiğimiz hafta ofislerimiz -henüz kimsenin gelmemiş olmasının da etkisiyle- su içinde kaldı, elektrik kaçağı tehlikesine karşı tüm elektrikler de kesilince çalışamayıp evlere yollandık. Oysa ne kadar da çalışma isteğim vardı o sabah ofise giderken. O değil de olan benim kariyer gelişim programının ilk görüşmesine oldu ki öncesinde de bir kere ertelenmişti. Haliyle tekrar ertelendi.

Ne zamana?
Bugüne

Bugün noldu?
Neredeyse geçen haftayı aratmayacak şiddette yağmur yağdı.

Neyse ki bu kez durum stabildi de tekrar ertelenmedi görüşme.

Ertelenmedi de görüşmenin bir kısmı da dahil olmak üzere tüm öğleden sonra eve nasıl gideceğim sorusuna cevap aramakla geçti. Çünkü aslında otopark olarak tasarlanmayan ancak genelde biraz geciktiğim için otoparkta yer bulamayıp otopark niyetine kullandığım otoparkın uzantısı kıvamındaki arsanın geçtiğimiz haftaki halini biliyordum; küçük çapta bir göl. Öyle ki biraz rüzgar esse dalga olur, gece baksan yakamozları izlersin falan.

Yağmur yağacağını tahmin edecek kadar olmasa da öngörü sahibi bir insan olarak başıma gelebilecekleri anlamış, yağmur başladıktan sonra ilk fırsatta park yerimi değiştireyim diye koşturmuştum ancak iş işten geçmişti. Durum aşağıdaki gibiydi; yürüsem ayak bileklerime gelecek kadar yüksekti su.


Düşüne düşüne akşamı ettim. Sadece kaz gibi düşünmedim tabii, bir arkadaşın arabasıyla iyice yanaşıp camdan/bagajdan içeri atlamak; balıkçı çizmesi bulup rahat rahat yürümek gibi planlarımı hayata geçirmek için somut çabalarım da oldu ancak şartlar izin vermedi. Kot giyiyor olsam gözümü karartır girerdim belki suya ama kumaş pantolon şartları daha da zorlaştırıyordu. İnsan şirkette paçaları sıvamış pirinç tarlası işçisi gibi görünmek istemiyor haliyle. Onun dışında kuru temizlemesi falan, kim uğraşacak. Bir de ben bu tip durumlarda hizmet aldığım insana hesap vermek zorunda hissediyorum kendimi. Paçalarına kadar çamura batmış pantolonu kuru temizlemeciye götürsem işletme sahibi sanki annemmiş gibi "ne hale getirmişsin güzelim pantolonu" diye kızacakmış gibi hissediyorum. 

Son çare olarak birini sağ bacağıma, diğerini sol bacağıma geçirmek; birini de arabaya yerleştikten sonra çıkardıklarımı içine tıkıştırmak için kullanmak üzere 3 adet çöp poşeti edinmek geldi aklıma. Neyse ki satın almacıyım da bağlantılarım var; çizmeye olmasa da poşete ulaşabildim. Yalnız bu yöntemde de paça sıvamaya benzer bir sıkıntı vardı. Direktöründen müdürüne, uzmanından memuruna onlarca insanın beni sarı poşetleri beline kadar çekmiş yarım ördek halimle görme olasılığı. 

Bir an "Belki med cezir olur da sular çekilir" diye de düşündüm ancak bu fikrin hem fazla iyimser hem de şartlar gereği uzun vadeli bir çözüm olacağına karar verip fikri eledim. 

Poşetten başka çözüm kalmamıştı. Elimde poşet, arabanın başında insanların çıkmasını, etrafın biraz sakinleşmesini bekledim 10 dakika kadar. Geleni geçeni iyi akşamlar diye uğurlayarak, niye bayrak direği gibi dikildiğimi soranlara "biraz hava alıyorum eheh" diye şirinlik yaparak geçen bu sürecin sonunda aksiyon almaya karar verdim. Çöp poşetlerini bacaklarıma geçirirken kariyer danışmanımızın daha 2 saat önce sarf ettiği "yaratıcı çözümler üretebiliyorsun" sözü gelince aklıma istemsizce "evet evet, bu da yaratıcı çözüm" diye telkin ettim kendime. İkinci poşeti giyerken poşetlerin altının delik olabileceği ihtimali geldi aklıma, bunu da risk almaktan çekinmeyen yapımla bağdaştırdım. 

Neyse ki delik değilmiş. Mümkün olduğunca seri şekilde arabaya ilerledim. 

Kariyerimin nereye gideceğini düşünerek hafifçe gülümsedim, sonra kafamı arabaya gömdüm.


20150113

Babete olan antipatim çevrem tarafından iyi bilinir. Zamanında en yakın arkadaş grubum ve gruptan bir arkadaşımın yeni beraber olmaya başladığı sevgilisiyle çıktığımız bir yemekte konusu açılınca "Babet ne ya!" diye atarlandığım vakidir ki kadıncağız nasıl korktuysa o zamandan beri beni göreceği zamanlar babet giymeye çekinir olmuş. Ki benim sinirlendiğim gerçekten 5 yılda bir falandır.

Gel gör ki babetin şeytanın icadı, kadının en büyük laneti olduğunu düşünüyorum. Babet giyen kadın o düz tabanlarıyla yürüyen R2D2 gibi geliyor bana. Ulan Birkenstock  giymiş Alman turist bile daha alımlı resmen. Hiç babet giymedim ama ne bileyim, derdin rahatlıksa giy spor ayakkabı, oh mis. Ki iş hayatında bile spor ayakkabıyla gayet şık olabiliyor kadınlar bence. Spor ayakkabı çok spor, azıcık seksi olacağım dersen giy topukluları zaten. Hatta giymişken bachata, tango falan yap; oh mis.

"En az 3 çocuk" diye zırvalanacak kadar ileri giden insanlar bence önce bir torba yasayla babet giymeyi yasaklamalı. Nitekim babet giyen bir kadın gördüğümde "merhaba bacım" diyesim geliyor.

20140526

LDR

Buna neden kafa yorduğumu bilmiyorum, ama milletin bok attığı Miley Cyrus'un Summertime Sadness cover'ı dizlerine kadar inen erkek kazağı giyip kazağın kollarını da ellerinin yarısını örtecek şekilde çekiştirdikten sonra elinde kahve kupasıyla yağmuru izlerken poz veren tumblr kadını kılıklı Lana Del Rey'in orijinal yorumundan çok daha güzel bence.

20140102

201

Yeni yıla nasıl girersek yılın öyle geçeceğine işaret eden hakim inanış bana çok anlamlı gelmese de yıla abuk şekillerde girmemeye özen gösteririm elimden geldiğince. Gerçi dur lan, 2009 ve sonraki üç yılın üçüne bir kediye şapka takıp kediyi sıktırarak giriyorum, sonra da burnum kediden kurtulmuyor. Doğruluk payı var sanki bunun.

Neyse işte, şimdiye kadar hiçbir yıla istemediğim bir ortamda girmedim ki buna askerliğimi yaptığım zamana rastlayan yılbaşı da dahil. Yemin töreni 31 Aralık tarihine rastlamıştı da salıvermişlerdi bizi dışarı iki günlüğüne.

Gel gör ki yıllardır yeni yıla planlı ya da plansız bir şekilde çevremde sevdiğim insanlarla girme geleneğim bu yıl sekteye uğradı.

Şirketimizin yürüttüğü, proje grubunda benim de yer aldığım ve 9 aydır üzerinde çalıştığımız "31 Aralık gecesi devreye alınmazsa ölecek" kod adlı projemiz için 31 Aralık gecesini -eser miktarı hariç- ofiste bir grup arkadaşla geçirdik. Böyle olacağı aylar öncesinden belliydi de gece için hiç plan yapmamıştım neyse ki. Çok koymadı o yüzden.

Gece tüm işlerin bitmesine müteakip salıverildiğimizdeyse saat 23:45 falandı ki kalan 15 dakika da yukarıda bahsi geçen eser miktar işte. Lan, dedim, bari evde gireyim yeni yıla. Trafiğin açık olmasını da fırsat bilip yardıra yardıra ama emniyetli bir şekilde eve ulaştım. Arabayı parkettiğimde yeni yılımıza 1.5 dakika falan vardı. Kısa bir süre "bekleyeyim apartmanın kapısında" diye düşündüm. Sonra "yeni yıla Bihter'le Behlül'ü röntgenleyen Beşir gibi kapıda mı gireceğim lan" diyerek adımlarımı hızlandırdım. Ama artık her şey için çok geçti. Eve girdiğimde yeni yıla girilmiş, son havai fişek yere düşmüş, Victoria's Secret defilesi başlamıştı bile.

Bense asansörde, muhtemelen 8. katta girdim yeni yıla.

Trafikte gir, şirkette çalışırken gir, evde sızmış uyurken gir, yılbaşı hindisi gibi gir de asansör ne lan?

Tek tesellim, yeni yıla yükselerek girmek oldu. Devamı öyle gelsin bari hadi.

20131011

Renklerin İçinde

Sene 2000, aylardan Nisan, ben yine aşığım. Olgunlar'dan yukarı yürürken de bu çalıyor kulaklarımda.

Sene 2012 oldu, (13 değil, anca yazabilmişim) alakasız bir şekilde tekrar kesişmişiz aynı insanla. Bir garip.

Dünya küçük demeyeceğim.

20130918

Buralardayım blog, meraklanma.



Öperim.

20130819

Yara

Cuma sabahı evden çıkarken Üzüm'ün göbeğinde ufak bir yara olduğunu farkettim. Akşam eve geldim, tam Üzüm'ü toparlayıp veterinere götürmek üzereydim ki "kedi götünü görmüş yara zannetmiş" cümlesi geldi aklıma.

Lan, dedim, "Bu aralar çok fazla kediye maruz kalmaktan sebep kedi gibi düşünmeye başlamış olmayayım iyice".

Bir de söz konusu veteriner-kedi ikilisi olunca Erdem'in rahmetli Punto için veterinerle gerçekleştirdiği

- Dişi değil mi Punto?
- Yok, erkek
- E ama memeleri var?
- E sizin memeleriniz yok mu?

diyaloğundan sonra daha hassaslaştım sanırım. İşin ucunda veterine tekrar eğlence malzemesi olmak var sonuçta.

Üç kez daha kontrol ettim yaranın gerçekten yara olduğuna emin olabilmek için. Gerçekten yara olduğuna emin olunca gittik Üzüm Sultan ile.

20130422

imp


Cuma gecesinin bir vakti Erdem'in gelip "Abi işyerinin orada bir kokoreççi buldum, şahane" dediğinden olacak, cumartesi sabahı gözlerimi "kokoreç" diye açtım. Beslenmeme sabah sabah kokoreç yemenin pek hoş olmayacağını bilecek kadar özen gösteren bir insan olarak bu hevesimi erteledim tabii, günün büyük bölümünü "kokoreç" diye sayıklayarak.

Öyle öyle akşamı ettim. Kendime yandaş bulamadığım için tek başıma çıktım dışarı. Beslenmeme olduğu kadar günde en az bilmem kaç dakika yürümeye de özen gösterdiğim için üşenmedim, sahildeki kokoreççiye kadar yürümeye başladım. Tabii sahilde park yeri aramaya üşenmemin de yürümeye üşenmememe yardımcı olduğunu itiraf etmeliyim. Gittim, kokoreçimi yedim tosunlar gibi. Eve dönerken yürüdüğüm onca yolu belgeleyip ileride torunlarıma gururla göstermek için telefonda yüklü olan "kaç dakikada ne kadar yürüdün de kaç kalori yaktın haberin var mı" uygulamasını çalıştırmak geldi aklıma. Düşünce özgürlüğüme olan saygım dolayısıyla çalıştırdım ben de uygulamayı ve hevesli hevesli eve yürümeye başladım.

Eve gelip sonuç ekranına baktığımdaysa moralim alt üst oldu. Prenses başka bir kalede olsa bu kadar üzülmezdim, öyle diyeyim. Dünya çevresinde 3 tur atacak kadar yürümüştüm ama yalnızca 0.98 kilometre yürümüş görünüyordum. Bir kilometre bile değil lan, bilsem apartman çevresinde iki bir tur atardım da bir kilometreye tamamlardım.

"Neyse ki imperyal sistem kullanmıyoruz" diye düşündüm sonra. O zaman 0.6 mil falan yürümüş olacaktım mesela, daha da üzülecektim. Kütlem de mesela 76 kilogram değil de 167 pound olacaktı. Moralim daha da bozulacaktı.

Sonra düşündüm ve bunun kapitalist Amerika'nın kendi halkına oynadığı bir oyunu olduğunu anladım. Bu sistemi kullanıyorlardı ki halkları kendilerini daha ağır hissetsin, zayıflamaya daha çok çabalasın. Yürüdükleri mesafeler gözlerine daha az görünsün de daha çok yürümeye çalışsınlar falan. Sonuçta aralarından 1 pound pamuk mu ağırdır yoksa 0,45 kilo demir mi diye düşünen çok az insan çıkacaktı.

Daha hızlı çalışmak için ben de mi imperyal sisteme geçsem.


20130416

Overlok Makinası Ayağınıza Geldi

Bazen kulağıma tatlı tatlı fısıldayıp sabahları beni uykumdan uyandıran sevdiceğin, bazen de yalnızlığımda çıkagelen bir dostun sesi gibiydi benim için, "overlok makinası ayağınıza geldiği" diyen kadının sesi.

Her duyduğumda "belki bu kez görürüm" umuduyla cama çıkardım. Ama utangaçtı, hep arabanın içinde saklanırdı. Ne kendisini görebilirdim, ne de hünerlerini sergilediği o overlok makinasını. Çok da çekingendi. Her geçişi ya arka sokaktan olurdu ya da yan sokaktan. Hiç bizim sokaktan geçtiği olmazdı. Ama bir taraftan da bana çok bağlıydı. Onun sesini ilk duyduğumdan beri 2 şehir değiştirdim, ikisinde de peşimden geldi o kadife sesiyle.

Çok merak ediyordum ama ben de çekiniyordum içten içe. Karşısına çıkmaktan korkuyordum. Hem nasıl çıkacaktım ki, sesini duyduğuktan sonra ben aşağı inene kadar zaten gitmiş olurdu. Camdan bağırsam durdurmak için, "overlokçuuu, bi dakika" mı diyecektim. Sesimi duyunca kaçardı belki de ürkek bir ceylan gibi. Kaçmadı diyelim, arabanın şoförü "sen overloklukları sepetle sarkıt, beş dakikada yapalım" diyebilirdi ve ben yine göremezdim o sesin sahibini. Ama bu utangaçlığının bir sebebi olmalıydı.

Günlerce bunu düşündükten sonra acı gerçeği farkettim. O sesin sahibi, ürkek ceylanım, şoförün tutsağıydı. O da karşıma çıkmak istiyordu da onun emeğinden ekmek yiyen şoförün gazabından korkuyordu. Ama korkmamalıydı, kurtaracaktım ben onu.

Ama nasıl? Napardım da bir şekilde karşısına çıkardım?

En son bir plan yaptım. Mahallemizin odamın duvarını tamamen kaplayacak büyüklükte bir haritasını yaptırıp duvara astım ve iki ay boyunca ürkek ceylanımın sesini her duyduğumda o an bulunduğu yeri harita üzerinde işaretleyip saati de kenarına not ettim. Filmlerde seri katilleri bile böyle yakalıyorlardı, ben ceylanımı mı yakalayamayacaktım? Elde ettiğim verileri bilgisayarıma yükleyip bir simülasyon oluşturunca overlok mafyasının rotasını tam olarak saptadım. Rotaya göre çarşamba günü saatler 16:15'i gösterdiğinde arka sokaktan geçecekti. Ama o gün cumaydı. Ceylanımı kurtarmama daha beş koca gün vardı. Benim için geçmesi çok zor bir zamandı ama bu dezavantajımı da lehime çevirmeye karar verdim. Mahallenin haritasını ve mafyanın rotasını kendime göre şifreleyip vücuduma dövme olarak yaptırdım. Olur da aşağı sokakta yakalayamazsam rotayı takip edip yetişecektim şoföre. Kalan zamanımda da bu görevim sırasında ihtiyacım olabilecek ekipmanları tamamladım. Tepesinde pusula olan bir rambo bıçağı, mavi ışık versin diye bir mavi ışık, ceylanımın hapsolduğu arabayı durdurmam gerekirse diye bir kement falan edindim. Kusursuz işleyeceğinden emin olmak için her gece uyumadan planımı en ufak ayrıntısına kadar gözden geçirdim.

Salı gecesi gözüme uyku girmedi. Bir yandan önümdeki zorlu operasyonun heyecanı nabzımı arttırıyor, diğer taraftan ceylanıma kavuştuğumda yaşayacağımız saadet kalbimde kelebekler kanat çırpıyormuşçasına ürpertiyordu içimi. O düşüncelerle sızdığımda saat sabahın beşi falan olmalıydı.


Çarşamba sabahı ise vakit gelip çatmıştı. Uyanır uyanmaz hazırlıklarıma başladım. Şoförün dikkatini çekmemek için üzerime overlok yapılması gereken birşeyler giydim, boynuma ekipmanlarımı gizlemesi için pelerin niyetine uçları pülçük pülçük olmuş bir kilim bağladım. Ekipmanlarımı kuşandım ve artık hazırdım. Sokağın en tenha köşesinde şoförün geçişini beklemeye başladım. Rotadan emin olmak için düvme olarak vücuduma işlettiğim haritaya bakmak geldi aklıma ama salak dövmeci rotanın en kritik kısmını sırtıma işlediğinden bu amacımı gerçekleştirmek için hamama gidip tellaktan tarif almam falan gerekirdi. Artık bunun için çok geçti. Neyseydi, ceylanımın sesi uzaktan duyulmaya başlamıştı bile. Sesinin binalardan yankılanışını dinleyip bana ne kadar uzakta olduğunu anlayabiliyordum. Giderek yaklaşıyordu. Son metrelerde heyecanım o kadar artmıştı ki kalp atışlarımın sesiyle ceylanımın sesi birbirine girmişti. Ama heyecanımı, şelale olmuş akan duygularımı sonraya saklamalıydım. Soğuk kanlı olmalıydım.

Overlok makinası giderek ayağıma geliyordu. Artık beş dakika değil, beş saniyeden de az zaman kalmıştı. Mükemmel bir zamanlamayla kendimi arabanın önüne atıp camına yapıştım. Beni bir anda karşısında gören şoför napacağını şaşırmıştı. Anlaşılan o ki kamuflajım ve pelerinim işe yaramış, sürekli overlok yapılması gereken şeyler gördüğünden bana hiç dikkat etmemişti. Mesleki deformasyon belki de onun sonu olacaktı. İlk şoku atlattıktan sonra silecekleriyle beni camdan savurmaya çalıştı ama beni silkeleyemiyordu. Saatte 160 kilometreyle giden arabanın camına yapışmış sivrisinek gibi inatçıydım o an. Sivriden farkımsa yaşıyor olmamdı.

Sonunda pes etti ve durdu şoför. Arabadan indiğinde elinde levye vardı ancak pelerinimin altından kementimi gösterince bir an tereddüt etti. Ne istediğimi sorduğunda büyük bir kararlılıkla söyledim, arabaya hapsettiği yavru ceylanımı istediğimi.

O an kahkaha atmaya başladı şoför. Ağzından dünyamı yıkacak birkaç söz döküldü. Ben olduğum yerde dizlerimin üzerine çöktüm, yığıldım kaldım. Neredeyse bilincim yerinde değildi. Şoförse bu fırsatı değerlendirip bastı gitti arkasında dumandan oluşan bir bulut bırakarak. Galiba egzoz muayenesini yaptırmamıştı, yoksa bu kadar duman çıkamazdı. Mavi dumana bakılırsa motor da yağ yakıyordu. Plakasını alıp trafiğe şikayet etmek aklıma geldiğindeyse çoktan uzaklaşmıştı.

Bu şoku atlatıp yaralarımı sarmam birkaç haftamı aldı. Bu süre içinde yine boş durmadım. Arka Sokaklar dizisinin cinayetten gaspa, adam kaçırmadan organize suçlara kadar her konuda uzman ekibinin sürekli bilgisayar başında oturup her şeyi bulan üyesine ulaşıp derdimi anlattım ve yardım istedim. Kendisi azmimden o kadar etkilendi ki bana İstanbul'daki tüm overlok makinesi taşıyan arabaların plakalarını ve en son görüldükleri konumları vermeyi kabul etti.

Bütün arabaları tek tek yakalayıp ürkek ceylanımı bulacaktım. Ve planladığım gibi tüm arabaları tek tek buldum.

Ama overlok mafyası o kadar iyi örgütlenmişti ki. Sanki lunaparkın aynalarla dolu odasında biten polisiye kovalamaca sahnesinde gibi hissediyordum kendimi. Birbirinin aynı arabalardan ceylanımın sesi geliyordu ama ceylanım hangisinde bulamıyordum. Her durdurduğum arabada şoförün kahkalarla söylediği cümle ilk şoförün söylediğiyle aynıydı:

- Sorry Buro, yavru ceylan is in another castle.



Sonra uyandım.

20130409

Ağlama Melis

Bir müzisyen hakkında yazacağım da hiç aklıma gelmezdi ama bugün yolda aklıma geldi. Yazacağım gelmedi, yazacaklarım geldi.

Memleket sınırları içinde çoğu aynı çeşitler içinde sıkışmış olmakla birlikte çeşit çeşit kadın şarkıcı/müzisyen var görebildiğim kadarıyla.

Şarkı söylerken aynı anda hem eski sevgilisine nispet yapıp hem de moda danışmanlığı yaparak insanlara hangi rengin çok yakıştığını söyleyecek kadar marifetliler var ki aynı anda üç işi yapabiliyor olmaları takdir edilirken eski sevgililerinin kendilerini ne kadar tınladığı ve renk tavsiyelerine uyup uymadıkları tartışılır. "Nispet yaparken ölecek" diyorum ben bunlara içimden.

Bunun bir versiyonu da nispet yapan ancak içindeki maço kadını yansıtmaktan da pek çekinmeyenler. Öyle ki "Bebek'te tur atarken eski sevgilisini yeni sevgilisiyle görse saç baş girişir" diye düşünür insan. Şarkı söylerken atar/gider yapıp elindeki mikrofonu kafanda paralayabilir pekala.

Bazıları var ki en neşeli şarkıları bile ağlak. Sanırsın sürekli sıla hasreti çekiyor da yaşadığı depresyon yüzünden her şarkısında yeni bir imajla ortaya çıkıyor. Yolda görsem dayanamaz "kim üzdü seni bacım, sana yamuk yapandan hesabını sorarız" derim dayanamayıp.

Bir de rock yapanlar var tabii. Tam da popülere daha yakın bir tarzla piyasaya çıktığı sırada rock patlayıverince "dur lan, bu iş daha iyi" diye rock müziğe dönüp aslını unuttuğunu düşündüğüm bir grup şarkıcı var mesela. Sonra "madem rock yapıyorum, hem ürkünç hem çılgın olayım" diye türlü hallere girip duvaksız voodoo gelinine sesiyle iğne batıranları var. Hem gotik hem sevimli olmaya çalışan bir tür de vardı bir ara da neyse ki can kırıklarıyla beraber süpürdüler galiba onları halının altına, pek görünmüyorlar artık.

Neyse işte, çok yakın bir müzik takipçisi değilim ama bir süredir gördüğüm hem kendini hem de müziğini aklı başında tutmayı en iyi beceren insan Melis Danişmend galiba. Belki Yasemin Mori olur ona yakın.

Adam gibi dinlemişliğim de yok hala kendisini, ilk şu cover'ı bulduğumda dinlemiş, ilk dinlediğimde de hiç sevmemiştim yorumu. Sonraları sevdim, dinleyip alıştıkça. En azından bana görünen, kadın hanım hanımcık, müziğini yapıp şarkısını söylüyor. Şarkısında sitemlerini de nezihçe yapıyor, gidip masayla arkadaşlık ediyor.

Yaptıklarının güzelliğini duyurmak için pek tepinmiyor. Sahnede eğleniyor olmalı ki ben videolarını (Misal, Misal) izlerken bile eğleniyorum kendi çapımda. Blogunu (blogger üstelik, tumblr falan da değil) yazıp derdini anlatıyor. Telefonunu kaybedince "acaba onsuz ne kadar yaşarım" diye denemelerde bulunuyor falan. Saf bir adam olarak fazla büyütmüş de olabilirim gerçi.


İki Gündür de son klip şarkısını izleyip/dinleyip duruyorum. "Ankara'ya yola çıksam da 3 saat boyu dinlesem" diyorum.


Videoda Gülşah Erol da olsa daha iyi olurmuş gerçi. Malum, yaylı çalgılar.

20130408

Yazdımdı Gerçi

Emrah Serbes'i Behzat ç. için bile kıskanmıyorum da şu cümlesini okudukça kıskanıyorum:

"Seni sevmeyen birini sarhoşken arayamazsın. Seni sevmeyen birini gece yarısından sonra arayamazsın. Seni sevmeyen birini öğleden sonra bile arayamazsın. Belki akşamüstü mesaj çekersin."


Yazdımdı gerçi.





Korkmayın lan aşık falan değilim.

20130406

İnceciksin Sanırsın

Bu bağlantıyı daha önce de kurmuş olabilirim. Hatta yazarken zaten kurmuş olabilililirim.

20130325

Sorry, Buro

Bir ay kadar önce başladığım yeni işim sebebiyle artık makul aralıklarla tıraş olmam gerekiyor. Aslına bakarsan yıllardır yaptığım gibi hiç tam anlamıyla tıraş olmayıp sakallarımı çeşitli uzunluklarda tutmak bence gayet makul, ancak kapitalist düzen bu konuda benimle hemfikir değil ne yazık ki. Öyle olunca ilk iki hafta haftada dört günle başlayan tıraş olma serüvenimi haftada iki günde dengeleyerek derdi kendimce enazladım. (minimize ettim demek istiyorum, okulda aldığımız ders için Türkçe kaynaklara da başvurmamız gerektiğinde bu terim nasıl sinirimi bozardı)

Tıraş olmak için de haliyle bir cihaz gerekli, yanaklarım elma gibi oldu diye meyve bıçağıyla tıraş olacak halim yok. Tıraş makinesi fikri de sakalları tamamen yok edip pürüzsüz bir cilt vaadinde gözümde yıllardır inandırıcı olamadığından tıraş işlemini (oha ne kadar çok tıraş demişim. Bak yine dedim.) bana göre yüzyılın en ilkel kalmış araçlarından biri olan jiletle halletme yoluna gittim. Gel gör ki bebeksi olmasa da hassas olma konusunda ısrarlı cildim jiletin soğuk çeliğiyle bir türlü barışmadı. Belki de jiletle her tıraş oluşumda aklıma jiletlerin hurda gemilerden yapıldığı fikri düştüğünden ve yıllarca hizmet etmiş gemilerin sonlarının bu olmaması gerektiğini düşünüp hüzünlendiğimden adam gibi kesemiyorum sakallarımı, kim bilir.

Neyse işte, bu akşam evde otururken ani bir gazla ve bir süredir elektronik eşya almamış olmamın bana verdiği yetkiye de dayanarak bir tıraş makinesi almaya karar verdim. Bakınıp gözüme bir model kestirdim ve ardından "Vatan Bilgisayar'a gideyim, yakın" diye düşündüm. Sonra "Trafikle uğraşmayayım, yürüyüvereyim" dedim ve düştüm yola. Bostancı Köprüsü'ne doğru tırmanırken kulağımı sıyırıp geçerek sanki kadim dilde mesajlar fısıldayan soğuk rüzgara aldırmıyor, kendime "Bilgisayarcı şu tepenin (Bostancı Köprüsü) ardında" diye diye bir nevi rangercılık oynuyordum. Zaten o an çevrenin Orta Dünya'dan tek eksiği her an ortaya çıkma tehlikesi olan orklardı. Tek fazlasıysa koca koca binalar ve vızır vızır geçen motorlu taşıtlar.

Tepeye ulaştığımdaysa hevesim biraz kırıldı, yüzüm de o an muhtemelen Frodo'nun kabız olmuş gibi bakan yüzüne benzedi. Çünkü köprünün üzerinden baktığımda bilgisayarcı, tahmin ettiğimden çok daha uzakta görünüyordu. Köprü Mordor olsa ve salak Gollum bilgisayarcının orada yüzüğü parmağına geçirip üzerine iki de işaret fişeği ateşlese yine gözün pek dikkatini çekmez, öyle diyeyim.

Eh, oraya kadar çıkmıştım ve yoldan dönmek olmazdı. "Sen mi büyüksün İstanbul, ben mi" dedim içimden (5 yıldır İstanbul'da yaşıyorken bu cümleyi de bir tıraş makinesi yüzünden kurmuş olmam bu konudaki çaresizliğimi anlatıyordur sanırım) ve yürümeye devam ettim. Çıktığım köprünün diğer ucundan indim, iki üç ara sokaktan geçerken kendime "lan buralar da outlet cennetiymiş, bir benim outletimi açmamışlar" dedim. Bir ara salak gibi köprüye tırmanmak yerine metro durağını kullanıp e-5'i alttan geçmenin çok da makul olabileceğini düşünüp kendime kızar gibi oldum ancak metro istasyonunun da bir nevi in olduğunu, içinde orklardan goblinlere türlü düşman barındırabileceğini düşününce bunun mantıklı bir fikir olmadığına karar verdim.

Sonunda bilgisayarcıya ulaştım, içeri girdim ve ilgili reyona gittim.


Ancak görevli benim için "Thank you Buro, but tıraş makinesi is in another mağaza" anlamına gelen cümleyi kurdu ve o an Mario oynarken cinnet geçiren çocuğun ne hissettiğini anladım.



Tırıs tırıs eve döndüm sonra.

20130317

Beni Müziğe Küstürmeyen Güçlendirir

Bazen gerçekten mazlum bir nesil olduğumuzu düşünüyorum artık yaşı kemale ermeye yakınsayan 81 doğumlular olarak. 81 doğumluların Anadolu Liseleri Sınavı'na iki kez girdiği, Öss'ye tam gireyazmışken sınavın iptal edildiği klişelerine dokunmak istemiyorum ama teğet geçmeden de duramayacağım.

Anadolu Liseleri Sınavı'ndan hemen sonra kendimi sokağa atıp caminin avlusunda "bu boş bıraktığım soru için. bu çeldirici şıklı soru için" falan diye bana problem çıkaran her soru için bir gol atmaya çabalarken annem gelmişti yanıma, sınav iptal demişti de "seni çılgın" diyip inanmamıştım. Sonra sınavın gerçekten iptal olduğunu öğrenmiştim de dünyam kararmıştı. Annemin çıldırmamış olduğundan emin olmak tek tesellimdi, öyle atlattım o buhranı.

İkinci sınav iki hafta sonra mı ne olmuştu. Belki de iyi olmuştu, belki de ilk sınavda alacağım puanla kazanamayacaktım, bilmiyorum. İkinci sınava kadar o kadar yoğun çalıştık ki annem, babam ve ben; ailecek çözemeyip ertesi güne bıraktığımız soruyu annemle hemen hemen aynı anda rüyamızda çözüp uyandığımız olmuştu.

Öss'nin iptali buhrandan çok eğlenceye sebep olmuştu ben ve arkadaş grubum arasında. Okulumuzun en çalışkan öğrencisi (ki kendisi deneme sınavlarında üçüncü olunca bile bunalıma girerdi ve bazı arkadaşlarım deneme sınav sonuçları üzerinde çeşitli oynamalar yapıp kendisini üçüncü dördüncü falan gösterirdi) iptal olan sınavın bir gün öncesi stres atmak için gittiği avm'de bizim yan sınıfta okuyan ve üç yıldır hoşlandığı arkadaşı görünce -artık stres hormonları nasıl etkilediyse- dayanamayıp arkasından yaklaşıp beline sarılmıştı. olayın şokuyla ablasının eşinin yanına koşan kız "bana böyle böyle yaptı" diye anlatıp eşkal verirken de sadece "gözlüklü" diyerek bir insan için homo sapiens dışında verilebilecek en genel eşkali verince eniştesi de bulduğu ilk gözlüklü ve konudan tamamen alakasız adamı pataklayarak ufak çapta bir olay çıkarmıştı. O sırada bizim arkadaş kabahatinin büyüklüğü sebebiyle ailesinden de korkup eve gidip nüfus cüzdanını, sınav kalemlerini, yumuşak silgisini ve okunmuş şekerini alarak kendini dışarı atmıştı. Yanlış hatırlamıyorsam bir camide falan sabahlamıştı o sabah ve haliyle sınavın iptal edildiğini ancak sınav salonuna girmeye çalışırken öğrenmişti.


Neyse, iyi ki teğet geçtim bu iki olaya.

Asıl konumsa zaten bilgimin sığ olduğunu defalarca belirttiğim müzik konusu. Bugün bir arkadaşımın gönderdiği bir şarkıdan sonra aklıma geldi de, nesil olarak gerçekten büyük travmaların eşiğinden dönmüşüz müzik konusunda. Ben ortaokuldayken özel televizyon ve radyolar yeni pırtlamıştı ki ben bile yerel bir televizyonda sunucu olacaktım o halimle o zamanlar. Lisedeyken de müzik kanalları iyice artmıştı. Eko Tv falan vardı, taşra kentimizde çeken nadir müzik kanallarından. Müzik kanalı, radyo falan o kadar artınca arz da haliyle artmıştı ve o arzı karşılamaya hazır olmayan biz minik talepkarlar neyin iyi, neyin kötü olduğunu anlama çabasında neredeyse boğuluyorduk arz havuzunda. Hani "benim sevdiğim müzik tarzı şu" desen yine yetmiyor, her tarztan onlarca adam çıkıyordu her ay gözümüzün önüne. O zamanlar internet de yok ki adam gibi. Ben lise sondayken mi ne gelmişti bizim eve, onda da bir şarkı yarım günde inerdi. Her önümüze çıkan grubu/şarkıyı "albümünü alayım, internetten indireyim de hazmedeyim" şeklinde değerlendirme şansımız da yoktu yani. Önümüze her çıkanı hemen yutma ya da reddetme durumundaydı. Çıkanların neredeyse tamamı havai fişek gibi yükselip parlayıp bir anda sönüveriyorlardı gerçi. Ama göz alıyorlardı, ses çıkarıyorlardı, rahatsız ediyorlardı.

Ne güzel devam edecektim de gerçekten üşendim, postun müsebbibi şarkıyı iliştireyim en azından.

20130226

Pırıl

Eve dönerken kuru temizlemeciye uğrayıp "Akşam kaça kadar açıksınız?" diye sordum. Sekize kadar açığız dedi. Saat daha 18:15'ti, iyi dedim. Eve gidip ütülenecek takım elbise ve gömleklerimi getireyim 15 dakikada. Tamam dedi adam da. 

Eve uğrayıp temizlemeciye geri döndüm. "Bu akşama mı istiyorsun?" diye sordu. Acelesi yok, dedim. Yarın akşama alsam da olur. "Ben de bu akşama istersin diye sana hazırlık yapmıştım, ütü yaparken muhabbet eder çay içeriz diye çay demlemiştim" dedi. 

Oha, dedim. Tabii içimden. Yıllardır leke çıkarıcılarla uğraştığından mı bilmem, tertemiz kalmış adam. 

"Bir randevum var, özür dilerim" diyebildim sadece dışımdan.

20130205

Evet, evet, evet

Program yüklerken önümüze gelen her kullanım koşulunu "kabul ediyorum/evet" diye geçiştirmeye öyle alıştık ki ileride evlenme teklif edecek olsam sevdiceğimin yükleyeceği programın kurulum dosyasına bir şekilde kullanım koşullarımı sıkıştırıp altına da "evlenmeyi kabul ediyor musunuz?" sorusu iliştirsem direk evet cevabı alırım muhtemelen. 

Hatta soruyu üç kez sorarak  "evet, evet, evet" cevabı alırım ki olayın coşkusu filmlerdekine yakınsasın. Pek romantik olmayabilir ama olsun. (Ama nerd sevdicekler için ideal gibi.)

Gerçi teorik olarak karambole getirmeme de gerek yok olayı, neden böyle düşündüysem. 

20130131

Yetenek Mızmızız

Biliyor olabileceğiniz üzere değeri 100 yıl sonra "ay vintage" diyerek anlaşılacak tv programları uzmanlığı konusunda doktora tezi aşamasındayım. Soner salonda Natgeo izleyip sivrisineğin kaplan davranışları üzerinde etkileri konusuna bilgi edinirken ben odamda Çiçek Taksi, Wipe Out falan izliyorum.

Uzun süren gözlemlerim sonucunda Star'dan 4 dönüm arsa kapatan Acun'un yarışmalarından biri olan Yetenek Sizsiniz zımbırtısında en azından yarı finale gelebilmek için gerekli altın formülü buldum. O da şöyle:

İlk turda ne yaptığınızın çok önemi yok. Değnek gibi dikilmediğiniz sürece hülya avşar insanından zaten geçer oy alırsınız. (Yaşınız 15 altıysa değnek gibi dikilseniz de sizin ağzınızı burnunuzu yemek isteyip direk evet oyunu basacaktır, o ayrı bir post konusu) Hele bir de yerden 15 santim zıplayıp ardından da kendinizi yere atıp yuvarlanabilirseniz muhtemelen size hayran kalacak, ağzı açık şekilde sizi izleyecektir ki bu da evet oyu için yeterlidir. 

Acun'u ikna etmek için de gösteri öncesi, sonrası ve arasına "Acun Abi", "Allah razı olsun" falan gibi kelimeler sıkıştırıp biraz da seyirciye yalakalık yapmak yetiyor ki olur da Acun hayır cevabı verecek gibi olursa "Seyirciye soralım" diyip seyirci alkışlarıyla evet oyunu garantileyebilesiniz. İçinde bulunduğu kabın şeklini alabilecek kadar esnek olan alp kırşan insanıyla kuliste aranızı iyi tutmuş olmanız da Acun'un kararını olumlu yönde etkileme konusunda size yardımcı olabilir. 

Sergen'den evet alma konusunda bir tavsiye veremeyeceğim. Anladığım kadarıyla alacağınız oy tamamen yarışma günü oynadığı atın yaptığı dereceye bağlı. İlla ki evet almak istiyorsanız oynayacağı atı kestirip atın boyun farkıyla da olsa birinci gelmesini sağlamayı deneyebilirsiniz. Artık gider ata yalvarır mısınız, yulafına doping ilacı mı eklersiniz, orası sizin bileceğiniz iş. Ama ne olursa olsun doğuştan Beşiktaşlı olduğunuzu, kendisinin futbolculuğuna hayran olduğunuzu falan söyleyip yürümeye çalışmayın. Ters teper. Neyse, dediklerimi uygularsanız 2 oy zaten cepte. 

Bundan sonra ikinci tur geliyor ki bu sezon ikinci turdaki kaderiniz büyük ölçüde yarışmanın yapıldığı ildeki salonda bulunan ve muhtemelen üniversite öğrencileri olan eyircilerin elinde. Her ne kadar -üniversite öğrencisi olsak da- önümüze konan performans ne olursa olsun toplu halde bir şey izlerken eğlenmeye programlanmış bir millet olsak ve recep ivedik tiplemesine bile anıra anıra gülsek de tiplemeyle, komediyle işi pek riske etmeyin derim ben. Eğlenmeye programlandığından çok kapı gıcırtısında oynamaya programlı bir milletiz nitekim. Tercihen Ölürüm Sana olmak üzere daya bir Tarkan şarkısını, Tarkan kadar kıvıramasan da iki kıvırıp play back yap, olay tamamdır. Salondaki seyircilerin en az yarısının kadın olduğunu ve hemen hepsinin daha introda coşacağını, erkeklerin de yarısından fazlasının gözüne kestirdiği kadının gözüne çarpmak için coşmuş gibi yapacağını düşünürsek %80-%85 oy garanti ki bu oranla da ilk üçe giremiyorsanız daha napayım, çıkıp sahneye maymunluk mu  yapayım, yarışma tarihinde ilk kez. 

Yarı finale kadar geldikten sonrasının pek önemi yok, finale çıkıp birinci de olsanız celebrity falan olacak değilsiniz sonuçta. Yetenekli olduğunuzu iddia ettiğiniz dalda biraz tanınmış olacaksınız, kendi çapınızda önünüz açılacak ki o da size yeter de artar. 

20130121

İsyanım Vidaya

Geçen Mayıs yurtdışından (Çin'den lan, Çin'den) getirtip gümrükten binbir zahmetle içeri sokup bir ay işler halde tuttuktan sonra bozduğum, çeşitli parça nakilleriyle hala kendine gelememiş ve son çalışma ümidi elimdeki imkanlarla değiştirebileceğim (en azından değiştirmeyi deneyeceğim) son parçanın sağ salim değişmesi olan baskı makinemin o değiştirilmesi gereken parçasını tutan iki vidasının bir tanesini sökmem 3 akşamımı aldı geçen hafta. Çünkü her vidanın çıktığı yerde, ulaşıp tutması neredeyse imkansız olan iki (normalde bir tane koy desen koymaz Çinliler) somun var ve onları sabitlemeden vidayı istediğin kadar döndür, boşa dönüyor. Üşenmedim şemasını bile çizdim aşağıya, paint'te pek tabii. 

İkinci vidayı sökmek için de toplam beş akşam uğraştım, son bir haftada dört kez Bauhaus'a gidip vidayı sökmeme yardımcı olacağını umduğum çeşitli alet edavatlar aldım. Fayda etmedi. En son haftasonu demir testeresiyle daldım (vidaya değil, vidayı gerektiği gibi çevirmeme engel olan demir parçasına), o da fayda etmedi. 

Bu uğraşlar esnasında vidanın başını da yalama yaparak durumu olduğundan daha zor hale getirdim ki biraz daha "challenging" olsun. Neticede zora üşenirim, imkansız aklımı alır. 

Bugün şirkette üretimden bir kaç alet daha yürüttüm çabamda bana destek olmalarını umduğum. Baktım onlar da olmadı, hilti (normalde kaldırım delmek ya da pazar sabahı sizi uykunuzun en tatlı yerinde uyandırmak için kullanırlar hani) ya da oksijen kaynağı (halk arasında kasa açmak için falan kullanılıyor yanılmıyorsam) kullanıp sorunu kökünden çözmeyi planlıyorum. 



Mühendisim bu arada ben.  


20121224

Moz

Müzik kültürümün pek derin olmadığını, hatta sığa yakınsadığını dillendirmekten çekinmem yeri gelince ki yine geldi gördüğün gibi. 

Yalnız özellikle gecenin bu saatlerinde Morrissey dinleyince bana bir haller oluyor. 

Az önce de yine dinlerken şey geçti aklımdan. İleride evlenecek olursam eşim/karım/hayat ortağım, artık ne denirse, Morrissey seviyor olur umarım. Bilemedim şimdi de, evlilik teklifini Morrissey eşliğinde yaparım falan belki. 

20121217

Haberiniz Olsun

Üç postumun ikisinin kedi konulu olması sebebiyle Rufus'u ve Punto'yu zaten biliyor olma ihtimalinizin ne kadar yüksek olduğunu göz ardı ederek bu iki kedinin de dahil olduğu bir hayvan grubundan tekrar bahsedeceğim şimdi. 

Kedilerin de gerçekten ve gerçek anlamda birer karakteri olduğu benim için çok inandırıcı bir şey değildi yıllar öncesinde. Benim için en karakterli kedi Garfield idi ki o da devirip yatma konusundaki prensibinden hiç ödün vermediğinden. 

Sonra Rufus'la tanıştık işte. Bildiğin karakterli çıktı, bıçkın delikanlı. Yan gözle baktığında bile zaten pek içeri çekmediği tırnaklarını  arka cebinden kelebek çıkarır gibi çıkarıp koluma, burnuma, artık o an neresi denk geldiyse, imzasını atan; insanla ilişki kurmayı sevmeyen ama insanları gözünün önünde bulundurmadan da içi rahat etmeyen bir kedi. Neyse ki şu an ailemin yanında görece sakin bir emeklilik hayatı sürüyor.

Punto geldi sonra. Rufus'un neredeyse tam tersi. Al kucağına, pancar motoru gibi guruldamaya başlayıp saatlerce kalkmasın. Alma kucağına, kucağına al diye sana sürtünsün dursun. Tüm delikanlılığına karşın elektrik süpürgesi çalıştığında fellik fellik kaçacak yer arayan Rufus'un tam aksine, süpürge sesi duyar duymaz "Biraz da göbeğimi süpür" dercesine süpürgenin önüne sırt üstü yatsın. Mecburen (ishal olduğunda kakasının üzerine oturup bi güzel gübrelenmişti çünkü) yıkanması gerektiğinde de yıkanma süreci boyunca bir kez "Gurk" demesi dışında tepki vermesin. 

Şimdi de Üzüm geldi evimize. Diğerlerinin aksine, Üzüm başka yerlerde büyüdü de geldi bizim yanımıza. Belki elimizde büyümediğinden, belki de evdeki rolünün sadece peluş oyuncak olduğunu düşünüp ellemeye, sevmeye pek gelmediğinden, pek alışamadım henüz kendisine. Öyle hareketsiz ki kendisine her  "Napıyorsun" diye sorduğumda "Duruyorum" diye cevap verir dili olsa. Hatta dili olsa da cevap vermez belki, o kadar hareketsiz. 

Bu üçü dışında bir şekilde haşır neşir olduğum kedilerin de farklı farklı huyları vardı, onlar hakkında yargıya varmama tam olarak yetecek kadar veri sağlamasa da. 

Velhasıl, gerçekten her kedinin tamamen farklı karakterleri, olaylara karşı çok farklı tepkileri var ondan eminim artık. 

Diğer hayvanlarda da durum böyledir belki, bilmiyorum. Böyleyse bile küçüklükten beri beslediğim civcivlerde, muhabbet kuşlarında, balıklarda böyle bir şey farketmedim. 

Haberiniz olsun.

20121020

Evriliyorsak İstanbuldan

Dün yine İstanbul trafiği ile yeri geldiğinde romantik (trafik akmıyorken derin düşüncelere daldığımda), yeri geldiğinde tutkulu (100km/s hızın üzerine çıkabildiğim anlarda), yeri geldiğinde umarsız (yan şeritten önüme kırmaya çalışana yol vermediğimde) bir birliktelik yaşadık ben Bostancı'dan Cnr'a gidene kadar, yaklaşık 2 saat. Birlikteliğimizi baş başa yaşayabilsek neyse yine. İstanbul trafiğine alışık olmayan ve ulaşılması gereken hedef konumunda bulunan babamın başıma bir iş geldiğini düşünerek "Oğlum nerede kaldın?" tacizleri vardı bir de arada. 

4 yıl kadar önce, İstanbul'a ilk geldiğimde İstanbul trafiğinin adamı prostat yapacağı konulu tezimi şurada yayınlamıştım (Turunc, 2008) Dün farkettim ki insanın şartlara adaptasyonu evrim teorisinde öngörülenden çok daha kısa. Ne bileyim zürafaların boynu bilmem kaç milyon yılda ağaç tepelerindeki yaprakları yemek için anca uzamış, develerin hörgüçleri kum tepelerini andırmaları için binlerce yılda zar zor şekillenmiş (gerçi hörgücün ortaya çıkış sebebi bu değildi galiba) falan ama benim bünyem trafikte çişimin gelmemesine 4 yılda adapte olmuş. Gerçi büyük konuşmayayım, olmaya çalışmış diyeyim. Yarın öbür gün trafikte kıvranıp bu laflarım yüzünden kendime kızmak istemem. En azından hala prostat olmadım. 

Ama hızlı ya da yavaş, gerçekten var bir adaptasyon süreci. Gel gör ki insanız, rahata gelince hemen salıveriyoruz (kendimizi). İstanbul sınırları içinde iki saat aklıma tuvalet getirmeden durabiliyorken şehir dışına çıkar çıkmaz 45 dakikada bir benzinci aramaya başlayışlarım hala devam ediyor. Gerçi bu biraz da her şehir dışına çıkışımda yolluk niyetine depoladığım kola, su ve enerji içeceklerinin bir getirisi olabilir ama olsun. 

20121012

Gaz Ve Gül


Akşam işten çıkıp eve dönerken takıldığım trafik ışıklarının birinde yanıma gül satan 10 yaşlarında bir kız çocuğu yaklaştı, "Abiie, çiçek al!" diye. Elime gelen bozukluk bir lirayı verdim, "Çiçek istemem ama" dedim. "Olsun, sevdiğine verirsin" diyip 2 tane gül attı camdan içeri. Sevdiği zamanlar da çiçek olayına pek girmeyen, hatta sırf bu yüzden zamanında bir sevgilinin kendi aldığı çiçeği eline tutuşturup durumla en alakasız işletmelerden birine, Gölge'ye sokarak yaşattığı gazaba maruz kalan bir insan olarak çiçeklerle napacağımı düşündüm bir süre. O değil bagajında aylardır 30-40 kilo mermer, muhtelif atkı/bere kombinasyonları, yarımşar litrelik 8-10 su ve eser miktarda Coca Cola taşıyan arabaya giren bir daha zor çıkıyor, gülü iteleyecek bir merci bulamazsam o da kalıp gidecek  içeride. Arabada gül kurutmak da kuru gülü aynadan sallandırmayı planlamadığın sürece çok mantıklı bir iş değil sonuçta. Neyse, dedim. En kötü ihtimalle Soner'e veririm akşam.

Ben bunları düşünürken başka bir ışıkta, bu kez katma değeri daha yüksek olan kağıt mendil satan, yine 10 yaşlarında bir erkek çocuğu yanaştı. Ondan da tam kağıt mendil alıyordum ki gözü çiçeklere takıldı. "Abiee, çiçeklerden birini versene" dedi. Napacaksın, dedim. "Sevgiline mi vereceksin?" Evet dedi çocuk, verdim ben de çiçeklerin bir tanesini. "Evlenirseniz de oğlunuz olursa adını Buro" koy diyecektim ki yeşil yandı. Söyleseydim de adımı anlamayabilirdi gerçi. Anlasaydı bile çocuğu böyle bir yükün altına sokmak ister miydim, emin değilim. 

Sonra da bu bebelerin bir şebeke olabileceği geldi aklıma. Bir ışıkta çiçek satan kız, bir sonraki ışıkta da o çiçeği geri alarak stoklarına tekrar dahil eden erkek çocuk. 

Neyse, güllerin birini çocuğa, diğerini de eve dişlerimin arasında taşıyarak girmek suretiyle Soner'e iteledim. Soner o zamandan beri kendini odasına kapadı. Sanırım kapıyı da kitledi. 

Bak işte, insanlara çiçek almıyorsak bir bildiğimiz var. Kıymetini hiç bilmiyorlar. Gül de boynu bükük kaldı öyle.

Boynu bükük olduğundan yan duruyor öyle, rotate etmeye üşendiğimden değil.






20120926

Asfaltlara Gelesin

Şarkıyı zaten severim de, her dinlediğimde aklıma Raindog getirdiği için ayrıca seviyorum. Raindog Yusuf'la sesler nasıl da aynı.


Bir kaç kalitesiz Raindog cover'ı da olsun bari




Born, for some reason, in Cleveland

Dar müzik görüşümle Morrissey seven insandan başka bir insana zarar gelmeyeceğini düşünüyorum.
Kendisi öyleyse de, her faşist öyle olsun.

Videolar da görsel niyetine olsun.





Bunsuz da olmaz tabi.

20120903

cor

Bugün iki trafik kazası atlattım. Sebebi geçen hafta sigarayı bırakmak için kullanmaya başladığım ilacın yan etkilerinden biri olan dikkatsizlik mi bilmiyorum. İlkinde büyük oranda benim suçumdu. Çok ciddi bir şey değildi neyse ki. Caddeden sağa, sokağa döndüğümde sol tarafta parketmiş arabalara dalıp "Aaa, böyle park etmişler (aslında hep öyle park ederler)" diye düşünürken karşımdan gelen arabayla burun buruna geldim.

Diğerinde ve daha kötüsünde, ortalamanın üzeri hızda ilerlediğimiz caddede önümde giden kamyonetin hemen ardından/altından beliren ve göz göze geldiğim yavru kediye çarpmamak için yaşadığım tehlike vardı. Aynadan bakıp aynada arkamdaki aracı gördüğümde öyle bir durumdaydık ki ben dursam o duramazdı, ki o andan sonra ben de duramazdım; bari tekerleri ortalayayım da arasında kalsın dedim kedi, cin zekasını çalıştırıp hareket etmeyeceğini umarak. Ortalamak için yaptığım hamleyle de sağ aynamda sağ şeridimdeki arabayı 10-15 santimle sıyırdığıma şahit oldum saniye saniye. Fırladı gitti neyse ki kedi. Sağımdaki aracın şoföründen yediğim iki küfürle kaldım ki kat be kat yeğdir bir kedinin daha vicdan azabını yaşamaya. 

Ama neredeyse Temel gibi olacaktım, solundan fırlayan çocuğa çarpmamak için sağındaki insan dolu pazara dalan.  

20120829

6=6

Üniversite okuyan herkesin, en azından sayısal dersler alanların, özellikle sınavlarda aslında ispatlamaması gereken eşitlikleri ispatladığı olmuştur kesin.

Onların olmadıysa da benim sıkça oldu eşitliğin bir tarafından diğer tarafına atlattığım x'ler, sadeleştirdiğim y'ler sayesinde x=x sonucunu bulduğum. Normalde de en sevmediğim soru tiplerinden biridir "Prove that" gibisinden tabirlerle başlayanlar.

Neyse. Bugün de koşu bandındayken yürüdüğüm zamana ve o zaman içinde yürüdüğüm toplam mesafeye takıldı gözüm. 28 dakikada 2.8 kilometre yürümüştüm. Hemen zeki ve çevik bir sporcu olarak o an sarfettiğim fiziksel efora ek olarak beynimi de çalıştırdım ve karmaşık hesaplardan sonra (28 dakikada 2.8 kilometre gittiysem 1 saatte kaç kilometre giderim? bir saat 60 dakika, 60 dakikada 6 kilometre yapar, demek ki 1 saat yürüsem 6 kilometre yürümüş olacağım, demek ki yürüyüş hızım 6km/s). 

Görüyorsunuz çok karmaşık. Tam bedenimle beraber beynime de jimnastik yaptırmış olmanın haklı gururunu yaşayarak gülümsemeye başlamıştım ki bir şey geldi aklıma. 

Koşu bandının yürüyüş hızını saatte 6 kilometreye ayarlayan zaten bendim. 

Olsun. En azından artık eminim, 6=6

20120823

Difüzör

Ara ara kendimi tekrar ettiğimi düşünüyorum. Hiçbir konuda kendimi tekrar etmiyorsam kendimi tekrar ettiğimi düşünme konusunda kendimi tekrar etmiş oluyorum böylece. En azından yanılmamış oluyorum düşüncemde.

Dünya bile hergün kendini tekrar ediyorken benim etmemde ne sakınca var, dedim sonra bugün kendi kendime. Yine kendimi tekrar ettiğimi düşünerek kendimi tekrar ederken.

20120821

Punto

Çok şükür, aklım başıma geleli beri çok yakınımda olan birini kaybetmedim. Bana adımı, kendi adını veren dedemi kaybetmiştik işte, bundan 20 yıl kadar önceydi belki. Hem de benim bilmem kaçıncı doğum günümün hemen ertesi günü. Hala garip gelir bana, bir Buro doğdu, ertesinde bir Buro öldü diye.

Aklımın pek ermediği zamanları hariç tutarak, çok şükür diyorum, bir yakınımı kaybetmedim. Ama illa ki kaybedeceğim. İlla ki çok üzüleceğim.

Şimdiye  kadar insanlardan bahsettim.

Çocukluğumdan beri bir çok hayvan besledim ben. Balığından civcivine, kuşuna. İlk beslediğim hayvan bir balıktı. Sanırım bir lepistesti, babamın alıp geldiği. Bir kavanozda beslerdim. Beslerdik daha doğrusu annemle, ben o zamanlar 4-5 yaşlarındaydım en fazla. Hayal mayal hatırlıyorum. Annem belli  aralıklarla suyunu değiştirirdi balığımın. Elini filtre edip kavanozdaki suyu lavaboya boşaltır, temiz su doldururdu.

Bir gün, annem yine balığın suyunu değiştirirken filtre niyetine kullandığı güzel parmakları arasından kaydı gitti balığım, gözümün önünde. Hala gözümün önünde, giderden tamamen içeri düşmeden önce kuyruğunu çırpmıştı iki kez.  Çok ağladığımı hatırlıyorum. 1-2 gün sonra babam "Kanalizasyondan dereye yüzmüş, orada bulduk" diye elinde su dolu bir poşetle, çok benzer başka bir balıka gelmişti. Ben de inanmıştım yeni balığın benim o eski balığım olduğuna. O zamandan bi safmışım işte.

Eski sandığım yeni balık daha sonra noldu hatırlamıyorum.

Sonra civciv besledim mesela. Çoğu büyüyemeden rahmetli oldu. Bir tanesi büyüyüp piliç kıvamına gelmişti sadece. O da biz evde yokken balkonda barındığı derin koliden bir şekilde dışarı çıkıp aşağı atlamayı becermişti de alt katın balkoununa inmişti bir şekilde. İnmiş yani. Tesadüf, biz annemle apartmana girdikten sonra beklediğimiz asansörde elinde bizim piliçle çıkan apartman görevlisinden öğrenmiştik olayları.

Civcivden hallice olan o pilice daha sonra noldu hatırlamıyorum.

Muhabbet kuşumuz da vardı mesela, annemin ısrarla "canım" demeyi öğrettiğini iddia ettiği. Bir annem anlardı onun dilinden. Ya da bir anneme "canım" derdi, bilmiyorum. Demedi bana hiç. Bir süre ben zaten pek ilgilenmemeye başlamıştım hayvanlardan en çok maymunu sever (burada maymun iştahlı demeye çalışıyorum da pek olmadı) halimle. Bir ara anneme sormuştum, "bizim kuş nerede" diye."Anneanne götürdüm ya ben onu 2 hafta önce" dedi.

Anneanneme giden o muhabbet kuşuna daha sonra noldu hatırlamıyorum.

Tavşanlarım da vardı mesela. Farklı zamanlarda beslediğim.

Onların hangisine noldu, hiç hatırlamıyorum.


Sonrasında uzun yıllar bir köpekle beraber yaşama hayaliyle gezdim. Rottweiler olacaktı illa ki. Adı da Kitiara olacaktı. Hepsi hazırdı.

Sonra planlarım değişti. Değiştirildi daha doğrusu, 10 günlükken kulaklarımı tırmalayan sesini takip ederek bulduğum, sonradan adının Rufus olmasına karar verilecek, kedi tarafından.

Sanırım bu dünya üzerinde şeytana pabucunu gerçek anlamda ters giydirebilecek bir canlı varsa o da kedidir. Yolda gördüğünüz kedilerden herhangi biri.

Öyle başladı kedi sevgim. Sonra Punto geldi girdi hayatımıza. Girdi de yerleşti salonun tam ortasına. Bu yerleşmeyi ev tutup yerleşmek gibi düşünebiliriz zira o kadar miskindi ki yerleştiği yerden kaldırmamız için Almanya'dan gelecek hayali oğlumuzu bahane etmemiz gerekirdi bazen.

Sevdik biz onu. Hem de çok.

Sonra, 9 Haziran akşamı, doğum gününe 10 gün kalmışken ve biz de tam "Punto'ya doğum günü hediyesi ne alsak" diye düşünürken uçtu gitti. Yere düşene kadar uçtu en azından. Sonra gerçekten gitti.


Rufus'u hariç tutarsak Punto'dan önce beslediğim evcil hayvanların hangisine ne oldu hiç hatırlamıyorum. Belki o zamanlar çocuktum da ondan hatırlamıyorum. Belki o zaman tam anlamıyla kavrayamamıştım hayvan sevgisini. Ama diyorum, iki ay önce yaşadığım bu acı olayı çocukluk zamanlarımda yaşasam eminim hatırlardım. Diğer hayvanlarıma ne olduğunu hatırlamasam da kedime, Punto'ya ne olduğunu hatırlardım. Keşke hatırlamasam, ama hatırlardım.

Şimdi de hatırlıyorum. Rufus'u da görürüm ben rüyamda, ama o özlediğimden. Punto'yu gördüğüm zamanlarsa geri gelmeyeceğinden. Hala hatırlıyorum. Yatağımdan, kanepemden hala tüyleri çıkmasa da hatırlardım.

20120609

Hal bu

20120608

Kanat

Dünya üzerinde sabahları annesinin/eşinin/sevdiğinin "oğluşum/bebişim/çiçeğim hadi uyan, sabah oldu" tatlı fısıltılarıyla uyananlar dışında bir de saat alarmının nemrut sesiyle uyanan bir kesim var ki ben de onlardan biriyim. Bu arada alarm sesine bok atmayayım, onun bir suçu yok. Uyanabilmek için kendisine en itici sesi bizzat ayarlıyorum yoksa seçimi ona bıraksan kendisi gayet güzel sesler çıkarabiliyor. Deneysel çalışmalarım sırasında saat alarmına ninni atamışlığım da var mesela ama o zaman uyanmak pek mümkün olmuyor.

Bu durumdan çok da şikayetçi değilim sonuç itibariyle. Neyse.

Bu sabahsa uzun süre sonra ilk kez farklı bir şekilde uyandım. Sabah 6:30 falandı sanırım, kulağıma "pıtı pıtı" gelen sesler böldü uykumu. Bunlar kanat sesleri olmalıydı. Bir an "midemde kelebekler uçuşuyor galiba" diye düşündüm ancak böyle bir şey de yalnız uyuduğum bir gecenin sabahında pek mümkün olamazdı. Yine de umut fakirin ekmeği tabi.

Gözümü açtığımda penceremden içeri girmiş, dışarı çıkmak için çabalayan; sığırcıktan oldukça büyük, kargadan birazcık küçük bir kuşla karşılaştım.

Zamanında "Punto özgürce camdan. Aşağı atlayamasın" düşüncesiyle yapı marketlerin birinden rulo halinde aldığım, ancak minik bir ölçü hatası sebebiyle çerçeveye üstten 10 santimetre kadar boşluk kalacak şekilde yapıştırmak zorunda kaldığım sinekliğin o 10 santimetrelik yerinden giren kuş, girdiği deliği bulamadığı için çıkamıyordu.

Kendisinin kelebekle hiç alakası olmadığını anlamanın sebep olduğu hayal kırıklığı ve uykudan uyanmış olmanın verdiği sersemlikle bugünkü alarmım olma görevini üstlenen kuşun çırpınışlarını bir dakika kadar izledim. Neyse ki odamın kapısı kapalıydı ve Punto odamda değildi. Yoksa alarmı "snooze" etmek için elinden geleni yapardı. Bana hiç kıyamaz çünkü. Biri tatlı uykumu bölsün istemez.

Organik alarmımı yeteri kadar izleyip kendi kendine dışarı çıkabileceğine kendimi inandırdıktan sonra her sabah alarmına verdiğim "5 dakika daha" tepkisini ortaya koyarak tekrar uykuya daldım.

Uyandığımda kuş gitmiş, beni kötü sesli saat alarmlarına mahkum etmişti.

20120601

81

Üşengeçlik dedikleri bence bir şeyi yapmaya acele etmemek aslında.

Doğuştan belli etmişim zaten bu konudaki tavrımı ben. 19 Mayıs'ta bekliyormuş beni bizimkiler. Anne tarafı ilk torunlarını, baba tarafı da 8-10 yıl gibi bir aradan sonra ilk torunlarını görecek.

Bizimkilerse ilk -sonradan belli olacağı üzere de tek- çocuklarını. Heyecandan ölüyorlarmış belki de.

Bense ilk -sonradan anlayacağım üzere tek- hayatımı göreceğim ama belli ki bende o kadar heyecan yok.

Çıkmamışım dışarı.

Sonra 25 Mayıs'ta, "Babasıyla aynı gün doğar" diye beklemişler. Kim bilir belki de babam anneme "Bana dünyanın en güzel doğum günü hediyesini verdin" demeye çok heves etmişti. Etmişse kursağında kalmış hevesi, çıkmamışım o gün de. Belki de "böyle bir dünyaya gelmek istemiyorum, 30 sene sonra hali ne olur kim bilir" falan demişimdir kendi kendime küçücük aklımla (toplumsal mesaj)

Yalnız bizimkilerdeki de nasıl bir yaklaşımsa, illa ki özel bir günde gelmemi beklemişler.

Sonunda bakmışlar olmayacak, bıraksalar Eylül'e kadar yatacağım içerde, "oğlum çık yerine yat" diyip sezaryenle doğurmuşlar beni. Ben de doğduktan sonra bana agucuk yapmaya gelen aile büyüklerimi üstlerine çişimi yaparak selamlamış, tepkimi böyle göstermişim.

Bu arada, neyse ki sezaryen için de özel bir tarih beklememişler zira 30 Ağustos'a falan anca doğardım o zaman.

Neyse işte. Bütün bunlar bundan 31 yıl önce yaşanmış tam.

Kötüydü diyemem, güzeldi ama nasıl başladığını, nasıl geçip de bittiğini anlamadığımdı 30. yaşım.

Bu seferkinden biraz dahasını rica ediyorum.

20120530

Yandım Anam

Twitter'la ilgili bir ikilem yaşıyorum. Şöyle ki, o platform derdimi -tek seferde- anlatmaya çalışırken beni 140 karakterle sınırlandırdığı için cümleye başladığımda paragraf sonuna kadar durmamaktan hoşlanan zihnimin daha çok çalışmasını sağlaması, kelime dağarcığımı eşeleyip uzun kelimelerin kısa muadillerini bulmaya zorlaması; derdimi kapıya çıkacak daha kısa cümlelerle anlatmaya yönlendirmesiyle benim için faydalı mı, yoksa 140 karaktere sığışacağım derken bazen içimi daraltıyor oluşuyla zararlı ( en azından yararsız) mı, karar veremiyorum.

Bir ihtimal daha var tabi. Birinin çıkıp da "Fazla anlam yüklemişsin, deftere yazsan ne değişecek" demesi.

Aha, Twitter'a hırsımı buradan çıkardım.

Eh



Elim sende gibi bazen biraz. Ya da pis yedili.

Misal ben sana veriyorum sevgimi
Sen seninkini bir başkasına.

O senden alıyor da veriyor kendininkini senden başkasına.

Bu alışveriş karşılıklı olmuyor pek. Verdiğimizden alamıyoruz, yediyi itelediğimizin onu ancak diğer yanındakine çakabileceği gibi.
Dönüp dolaşıp bize patlıyor belki bir şekilde de o yedi, kim bilir kimlerin eli değiyor o arada.

Bir kez de kuralı bozup sevgimizi bize kendininkini verene vermiyor da sonra "ah, sevgimi verdim" diye diğer yanımızdakine yakınıyoruz.

Döne döne sevgim sende oynuyoruz.


20120522

Çiççek

Garip gibi.

İnsanın erkeğinin toplayıp akşam eve gittiğinde sevgilisine "Sana kır çiçeği topladım" diye jest yaparken kullandığı, insanın dişisinin yüzünü güldüren çiçek sığırın erkeği/dişisi içinse bir yiyecekten ibaret.

Olsa olsa sığırın dişisi, erkeğini "Akşama yiyecek bir şey yok, gelirken biraz çiçek getir" diye cepten ararsa çiçek toplayıp götürür erkek sığır ahırına ki o da pek mümkün değil galiba.


Belki de o yüzden sığır.

20120519

2002


In your house
I long to be.







20120518

Bostancı Paraşüt Okulu

Biliyor olabileceğiniz üzre apartman kapısının otomatiği bozulmuştu yakınlarda. Bundan 4-5 ay önce de bir bozulmuştu ve ben akşamları yemek yapmaya üşenmekle aşağı inip kapıda kalan yemekçi kuryesine kapıyı açmayı üşenme arasında yapmak zorunda olduğum tercihte aşağı inmeye üşenmeyi seçerek yemek yapmaya başlar olmuştum. Yemek dediğim tost falan tabi. Özel bir misafirim falan varsa da bazlama arası tost falan. Çok romantik.

Tam yemek yapmaya iyice alışmıştım, zevk bile almaya başlıyordum ki ilahi adalet evrenin bu değişime hazır olmadığını düşünmüş olacak, kapı otomatiğimiz kendi kendine çalışmaya başladı. Yemek konusunda gaza gelip Vedat Milföy'ü davet etmeye karar vermemden korkmuş olabilir. Neticede ne kadar az Vedat, o kadar şapırtısız yemek.

 Otomatik çalışmaya başlar başlamaz yemek yapmaya üşenmek ve internetten yemek söylemeye üşenmek şeklinde güncellenen seçeneklerim arasından yemek yapmaya üşenmeyi seçerek kendimi mevcut duruma adapte ettim. Şartlara çok kolay uyum sağlarım.

Ancak globalleşen dünyada gün geçmiyor ki şartlar değişmesin. Kapı otomatiğimiz bir ay kadar önce tekrar bozuldu. Biraz evrene güvenerek, biraz da gamsızlığımızdan hala yaptırmadık otomatiği. Gel gör ki evrenden tık yok bu kez. Hadi yemek işine bir şekilde alışmıştık, ancak havaların kısmen düzelmesinin falan da etkisiyle eve gelen gidenin artması aşağı inip kapıyı açmaya üşenmekle "evde yokuz" demeye üşenmek arasında bir tercih yapma zorunluluğu ortaya çıkardı. Şahsen ben aşağı inmeye üşenmeyi seçtim lakin "evde yokuz" cümlesinin pek inandırıcı bir bahane olmadığını anlayınca işler zora girdi.

Eh, tarihteki keşifler/yenilikler ihtiyaçtan çıkarmış derler. Ben de kapıyı açmak için kendimi aşağıya asansörden daha çabuk ve zahmetsiz ulaştıracak bir yöntem arayışına girdim. Punto'nun boynuna anahtar bağlayıp apartmana kışılama fikri geldi aklıma ama Punto'nun iki kat aşağı indikten sonra kıvrılıp uyuma ihtimali bu fikrimin önüne geçti.

İş yine başa düşmüştü. Kendimi aşağı ulaştırmanın yolu olarak asansör dışında aklıma gelen en pratik yöntem kendimi aşağı atmaktı ki bu da pek kullanışlı bir yöntem olmazdı. Hatta çok muhtemelen tek kullanışlı bir yöntem olurdu.

Sonra kafamda bir şimşek çaktı (yağdı yağmur, çaktı şimşek dizeleriyle başlayan bir şiirim de vardı o geldi aklıma) , neden ben aşağı inecektim ki, anahtar kendi de inebilirdi. Böylece anahtarı-yanında ben olmadan- aşağı indirmenin yollarını düşünmeye başladım. Bu tabi camdan aşağı atarak olacaktı, benim gibi bir mucit bunu çoktan düşünmüştü. Şimdi olay bu işlemin nasıl daha acısız yapılabileceğini bulmaktaydı. Acısız dediysem, anahtarın canı yanmayacak tabi ki. Ama potansiyel enerjisi(=mxgxh) yüksek (ki h=13. Kat) anahtar aşağı indiğinde iniş pisti olarak bir kafa kullanırsa o kafanın sahibinin canı cidden yanacaktı.

Neyse işte, ilk denemem anahtarı kinder sürpriz yumurtadan çıkan minik dilek balonu gibi dandik bir oyuncağa sararak atmak oldu. Yöntem işe yaradı ancak oyuncak telef oldu. Aynı oyuncağın yumurtadan çıkma ihtimalinin binde bir falan olabileceğini düşününce bu yöntem geçerliliğini yitirdi. Sonuçta eve gelen her insan için 1000 sürpriz yumurta yemek hem masraflı, hem de sağlıksız olacaktı. O kadar yumurta isilik yapar mazallah.

İkinci denemede ahtarı poşetlere sarıp sarmalayarak atmak oldu ki bu da istenen sonucu vermedi. Bir denemede anahtarlığım kırıldı, diğerinde anahtar yamuldu.

Üçüncü yöntemse dahiyane bir fikir şeklinde belirdi aklımda. Poşeti anahtara bir paraşüt vazifesi görecek şekilde iliştirip havaya bırakmaktı. Yöntem anahtarın yere sert düşmesi sorununu ortadan kaldırdı ancak yeni bir sorun çıkardı karşıma. Anahtar düşmüyordu. En azından istediğim yere. İlk denemede bahçedeki ağaca takıldı. Neyse ki ertesi gün soner Akut görevi üslenetek gitti de sopayla dürte dürte anahtarı yere indirdi. 

İkinci denemede Soner'e diyafondan "dur anahtar atıyorum" dedikten sonra Soner'in "paraşüt kullanma" diye mesaj yazmak için kafasını telefona gömmesi, benimse "dur biraz uzağa atayım da ağaca takılmasın" diye düşünmem sonucu aramızda yaşanan koordinasyon eksikliği sebebiyle ve rüzgarın da etkisiyle anahtar süzüle süzüle koca caddenin karşı şeridine geçip Bostan'cı köprüsünün dibine indi. (yaklaşık 100 metre öteye) gerçi Soner kafayı telefona gömmeyip olayı izlese de bir şey değişmeyecekti, uçup anahtarı kapacak hali yok. Benim "laan lan!" diye çırpınışlarımı görüp eğlenirdi en fazla.

Üçüncü denemede paraşüt Okan'ın hüzünlü bakışlarıyla yine ağaca takıldı. Bizim Akut da yurtdışı görevde olduğundan anahtarı kurtarmaya giden de olmadı. Anahtar hala ağaçta sallanıyor muhtemelen. Yanınızda yeteri kadar uzun bir sopa varsa anahtarı ağaçtan alıp apartmanımıza girebilirsiniz. Ya da dünyayı yerinden oynatabilirsiniz.

Tüm bu denemelerden sonra aklıma -kapı otomatiğini tamir ettirmek dışında- daha iyi bir yöntem gelene kadar ben üçüncüyü kullanmakta kararlıyım. 

Yalnız inişlerin daha problemsiz yaşanabilmesi için yetkililerden ricam şu: Bizim eve bir paraşüt okulu açın.Elektrikçi gönderseniz de olur.

20120513

Nii.

- Neden ayrıldınız? - Kalbinin tayini başkasına çıktı.

20120506

Resul & Aslı

Korkarım telefon numaram kötü yola düştü; "bel fıtığı", "böcek ilaçlama" konulu duvar yazılarının mezesi oldu nitekim son dört günde iki kez yeterince abuk yanlış arama diyalogları yaşadım. Özetlemek gerekirse,

B: Hanfendi bu üçüncü arayışınız, yanlış numara diyorum.
O: Çok özür dilerim ben bu numarayı arkadaşımdan aldım, Aslı'yı arıyorum.
B: Üç kez daha arasanız da sonuç değişmeyecek, Aslı değilim.
O: Kimsiniz?
B: Napacaksınız, sonuç olarak aslı değilim.

diğeri de

B: Efendim?
O: Resul'ü aramıştım.
B: Yanlış numara arkadaşım, Resul yok burda.
O: Yok yanlış değil, Resul'ü aradım ben.
B: Yanlış olmasa ben Resul olurdum, ama değilim.

hadi, bekliyorum üçüncüyü de.

20120430

Yogi

Yoga hakkında çeşitli çıkarımlarla tekrar karşımdayım. Karşımdayım diyorum zira bu postu yazarken karşımda bir ayna var ve haliyle aynaya baktığımda kendi karşımda kendimi görüyorum. Gönül isterdi ki karşımda beni dinlemeye hevesli genç bir güruh olsun, appas güçlü kadar olamasa da ahkam kesip soru sormaya çalışanların bir kısmını tersleyeyim falan, ama eldeki malzeme ayna şimdilik. Kendimle barışık bir insan olmam hasebiyle de karşımda olan kendimi terslemem beklenemez. Neyse. Çıkarımlarım haliyle gayet yüzeysel. Bunu belirtme gereği duymasam da yaptığım her şeyin gerekli olmadığını düşünerek belirtme gereği duydum.

Şimdi yoga -o hareketleri, sesleri falan bir kenara bırakırsak- özünde insanın kendiyle başbaşa kalıp zihnen ve bedenen rahatlaması, mutlu olması olayı; değil mi? (Değil, demeyin, postun bütün dayanağı bu cümle.) Çok yakınımda sayıca fazla olmasalar da çevremde yoga yapan insanlar var. Gel gör ki uzaktan/yakından gözlemlediğim kadarıyla yoga yapanların büyük bölümü paçasından melankoli akan, "mutsuzum ben" diye dolanan, gülümserken gördüğümde "dur lan, galiba ben baş aşağı duruyorum" diye tereddüt etmeme sebep olan insanlar.

Bahsettiğim grubun dışında kalanlar da "hayat zor ama güzel. Arada bi sıçışlar oluyor ama olsun" gibisinden düşünen, mutsuz olmayan ama mutluluktan da bulutların üzerine çıkmayan insanlar.
Onun dışında "yoga yapıyorum, mutluyum" diye havalara zıplayan, zıplamışken de iki ayağının topuğunu birbirine vurabilen insana* hiç denk gelmedim ne yazık ki.

Yogaya bok atmak değil niyetim. Aşağılamak falan zaten haddim değil de, ben bu işi anlamıyorum cidden. Bahsettiğim insan grubu yoga yapmıyor olsalar iyice mi dipte olacaklaar, yoksa yoga önce bi dibe bandırıp kötüyü gösterdikten sonra mı yukarı çekip mutlandırıyor insanları, anlayamadım.

*

20120424

Fly (to stay alive)

Ara ara oluyor, hepimize oluyordur, başkalarının yazdığı cümleleri okuyup onları neden daha önce yazamadığım/dillendiremediğim için kendime kızdığım. Çok alengirli cümleler de olmuyor üstelik bunlar. Aynı fikri içeren cümleleri ben de kurmuş oluyorum da aynı hissi içerenler olmuyor benim kurduklarım. Aynı hissi içerecek şekilde kurmamış oluyorum diyelim, yoksa aslında kuramayacağımdan değil.



Şundan bahsediyorum:

"Seni sevmeyen birini sarhoşken arayamazsın. Seni sevmeyen birini gece yarısından sonra arayamazsın. Seni sevmeyen birini öğleden sonra bile arayamazsın. Belki akşamüstü mesaj çekersin."*



Şunu da ekliyorum:

Çektiğin mesaja da cevap beklemezsin.





* Emrah Serbes



20120414

KKS

Yıllardır aktif araç kullanıyorum (aktif araç kullanmak da nasıl bir terim, pasif kullanan sen aktif kullanırken yanında oturup "ayayay çocuk fırlayacak!", "of çok hızlı kullanıyorsun, yavaşla" diyen anne/baba/sevgili mi oluyor bu durumda, bir nevi pasif içici? hı?) ve trafikte karşılaştığım çoğu durumu tolere edip sakin kalmayı becerebiliyorum.

Tali yoldan önüme atlayanından yol verdiğimde ışığa takılmış tavşan gibi kitlenen şoförüne, adında "yaya" geçiyor diye yaya geçidinde piknik yapma hakkı olduğunu düşüneninden önüme atladığında beni durdurmak için eliyle "DUR!" işareti yapmanın yeterli olduğunu sanan fizik kuralları bihaberi yayasına kadar hemen her şeyi ağzımdan çıkan tek kelimeyle sinirlenmeden geçiştirebiliyorum.

Trafikte sinirlerime hakim olmamı sağlayan sihirli kelimeyi de açıklayayım; sığır. Sığır dediğimde karşı tarafın yaptığı hata sebebiyle oluşan sinirim uçup gidiveriyor. Gerçi genelde kendi kendime söylüyorum bu kelimeyi. Muhatabımın yüzüne bakarak söylesem sonucun yine aynı olacağının garantisini veremiyorum henüz. O yüzden siz sığır demeyi trafiğe kapalı alanda deneyin şimdilik. Ne bileyim tarlada araba sürün de önünüze gelen sığırlara "sığır" diyin, kimsenin kalbi kırılmasın.

Ancak ne yazık ki sığırın da üstesinden gelemediği bir davranış var ki o da korna. Araba kornası yani. Kornayla da kişisel bir problemim yok, o da görevini yapıyor ve basıldığında ses çıkarıyor ancak trafikte gereksiz korna kadar geren bir şey yok beni. Ki kornanın gerekli olduğunu düşündüğüm durumlar "atlama önüme, duramayıp çarparım bak" demek istediğim anlardan ibaret sadece. Onun dışındaki her kullanım küfürden beter benim için. Bana çalınsın çalınmasın farketmez, korna sesi tüylerimi diken diken ediyor, pamuk kalbimi kömür karasına çevirip közlerinde domates pişiriyor adeta.

Gel gör ki memleketimin şoförü için kornanın gereklilik durumları öyle geniş bir yelpazeye dağılmış ki anlatamam. Dolmuş şoförünün kaldırımda iki saat geciken sevgilisini bekleyen ve beklemeye inatla devam eden adama ithafen bapbarabipbap (İçerenköy Carreforsa'ya gidiyo, bincen mi?) yapmasından tutun da gecenin beşinde arkadaşını eve bıraktıktan sonra sokaktan ayrılırken "baribapbap" (bak, öyle vefalıyım ki gecenin beşinde bile eve bırakıyorum seni) diye korna çalmasına kadar çok geniş bir çeşitlilik gösteriyor korna çalmaktaki amaç ve hatta korna çalarken verilen mesaj. (Cümle düşük olmuş olabilir, bilemedim)

İşin kötüsü eğitimle de direk alakalı değil bu korna sevgisi. Bizim (isim vermeyeyim) bir arkadaş var mesela, okumuş etmiş adam ama 5 dakika korna çalmadan duramaz neredeyse. Önümüzde 10 arabalık bir kuyruk olsun, korna. Yan şeritteki adam sinyal verip burnunu bizim şeride biraz soksun, korna. Bir de geçenlerde ileri sürüş teknikleri eğitimine gitti paşam, orada kimin yetkisiyle ders verdiğine şaştığım hoca da "gerekli gördüğünüz her an kornaya basın" demiş. Onun da verdiği rahatlıkla bizimki Türkiye Kupası'ını alıp kutlamaya çıkmış fenerbahçe taraftarı gibi datdiri datdiri geziyor kornaya abana abana, düşün yani adamdaki coşkuyu.

Sözün özü eğitim de üstesinden gelemiyor bu korna olayının eğer içinde bir gram dolmuşçu geni varsa.

Ben de düşündüm taşındım, konuyla ilgili en güzel çözümün eğitimden falan değil, kontörden geçtiğine karar verdim. Artık belediye mi yapar, trafik şube mi yapar kim yapar bilmiyorum da araçların standart donanımına "kontörlü korna" eklenmesi şart koşulsun; basılan korna başına hesaptan belli bir miktar para düşülsün. Bir nevi OGS ya da KGS gibi; bu da KKS olsun. (Kontörlü korna sistemi). Tabi cin korna operatörlerinin çıkıp da "Korna Paket; 20 liraya sınırsız kornalaşma" gibisinden kampanyalar düzenlemesine de izin verilmesin.

Bakın bakalım o zaman trafikteki kornadan kaynaklı gürültü en az %80 azalmıyor mu.

Azalmazsa korna çalıp "Ben sığırım" diye bağıra bağıra 3 tur atacağım İstanbul - Ankara arası.

20120412

3 - 30

Annemin bir huyu vardı, ben küçükken belli dönemlerde elimi/ayağımı kağıdın üzerine koyup etrafından kalemle geçmek suretiyle elimin/ayağımın o zamanki boyutlarını kayda alırdı. Alırmış yani, pek hatırlamıyorum ben o zamanları.

Geçenlerde telefonla konuşurken aklıma geldi, "göndersene onları bana" dedim. Annem de sağolsun, bir şey isteyince bin şey gönderme olayını hiç aksatmadan eskiye dair ne bulduysa göndermiş: Küçükken söylediğim ve onun bir kenara not aldığı cümleleri, hatırladığım ilk aşkımla olan fotoğrafımı, günlük yazma girişimlerimi, yerel gazeteye tekzip yazısı yayınlamaları için yazdığım mektup, çizdiğim -aslında somut olması gerekirken baktığında daha ziyade soyut kavramları andıran- resimler, falan filan. İyi de olmuş. Gel gör ki sadece bir tane el çizimim vardı gönderilerin arasında.

Neyse, hepsine tek tek baktım ve karar verdim ki insanın 3.5 yaşındaki hali 30 yaşındaki halinin ipuçlarını veriyor. Herkes için veriyor mu bilmem de, benim için vermiş en azından. "İnsan 3.5'unda neyse 30'unda da o olur, ekik" dememek için hemen ipuçlarını değerlendirmek istiyorum.

1. Çizim konusunda ta o zamanlar yeteneksizim. Balık diye çizdiğim balona, araba diye çizdiğim balığa benziyor.

2. Yazmak o zamanlar da benim için önemliymiş. Çok sürdüremesem de günlük tutmaya heves etmiş, hiç beceremesem de şiir yazmayı denemişim. Ek ipucu: şiir yazmayı beceremeyeceğim o zamanlardan belliymiş.

3. Mühendis olacağımın sinyallerini de daha okuma yazma bilmiyorken vermişim ki hedeflerim de gayet yüksekmiş bu konuda. Amacım insanlığa hizmet miymiş, yoksa TV'de görünüp meşhur olmak mıymış, tartışılır.

4. Kurumlara çalışanlarını şikayet eden mektuplar yazmaya bayılacağım o zamanlardan belliymiş.

5. O zamanlar çapkın -o zamanlarki tabirimle- "çapman"mışım. Hala öyle olup olmadığım konusunda yorum yapamıyorum.

Resmi kanıtları da ben yayınlayayım ki ileride halka malolan biri olursam biri "flaş flaş" falan diye magazin programlarına düşürmesin belgeleri.

Çizimlerim, ki ölsem yine para etmezler:






Günlüğüm:


Vatana millete hayırlı evlat olma yolundaki hedeflerim:


Tekzip yazısı istemim:


(Hızımı alamamış hafif tehdit de etmişim)



Çapkınlık niyetimi belli edişlerim:



İlk aşkım?: (Aslı bu arada adı)



Muhtemelen ilk şiirim. İçimizdeki takım aşkı bambaşka:






Bu da muhabbetin açılmasının müsebbibi el grafim:
.

—————————


20120306

Başlığı Unuttum

Genelleme yapmayı sevmediğimi yeri geldiğinde ısrarla belirtiyor olmama rağmen sanırım ben baya genelleme yapıyorum. Çünkü galiba ben genelleme olayını baştan beri yanlış anlıyorum. Ya da doğru anlıyorum da şu an yanlış anladığımı sanıyorum, emin değilim.

Mesela, "Yeşil adidas eşofman altı giyen kadınların geneli tombik" gibi bir cümle kursam bence ben genellemiş olmuyorum söz konusu kadınları. Yeşil eşofman giyenlerin bir kısmının tombik olmaması gibi bir pay bırakıyorum ki o da genelleme yapmıyor olmak için yeterli. Bence.

Ama, yine mesela, "Yeşil tayt giyen erkeklerin hepsi elf" gibisinden bir cümle kurarsam sonuna kadar genellemiş oluyorum. Yeşil tayt giyen erkeklerin hepsini bir kalıba, ki o da elf, sokmuş oluyorum. Asıl genelleme bu bence.

Değil mi yoksa. Genelleme olayını yanlış mı algılıyorum?

20120228

Avsk

Vesikalık çektirmeden önce ayna karşısında saçlarımı biraz düzeltmeye çalışırken

- Beyfendi, biraz çabuk olur musunuz, acelem var da.

dedi fotoğrafçı.

Arkadaşım, dedim. Sen acele vesikalık olayını çok yanlış anlamışsın.

20120223

2 2

Oha, ben bu şarkıyı yeni farkettim de bayıldım.

Neyse ki "incecikti" temalı postumu yazdığım zamanlar bilmiyormuşum, yazarken durum daha da koyardı muhtemelen. Ya da hiç yazmazdım, zaten yazılmış diye.

İlk

Başladıktan sonra -artık maymun iştahlı oluşumdan mı, üşengeçliğe yenildiğimden mi bilemiyorum- yarım bıraktığım şeylere devam etseydim bugün o şeylerde ne kadar ilerlemiş olacağım geliyor aklıma ara ara. Geldikçe de canım sıkılıyor.

"Yüksek mühendis olacağım" idealiye başladığım yüksek lisans eğitimimi ilk dönemin sonunda bırakmasaydım, şimdiye bilmem kaç yıllık yüksek mühendis olabilirdim mesela.

Ya da hobi olarak başladığım açıköğretimi yine ilk dönem sonunda bırakmasaydım çoktan ikinci bir diplomam olurdu şimdiye.

İtalyanca öğrenmeyi ilk (evet, yine ilk) kur sonunda bırakmasaydım, Lasciate Mi Cantare dinlerken ne anlama geldiğini anlayabilecek seviyeye gelirdim şimdiye. Evet, ben günde bir kez o şarkıyı dinlemeden uyuyamam.

3 yıl önce tekrar başlamaya karar verip de başladığım sporu ilk/2 yıl (ilkten vazgeçmemek adına) sonunda bırakmamış olsaydım şimdiye kadar bayramda gelen ziyaretçilere ikram edecek kadar baklavam olmazdı ama kendime kadar olurdu en azından.

Heves ettiklerimde "ilk" periyodunu atlatmam gerekli sanırım.

20120211

Kel

Telini sıcak sudan soğuk suya sokmamak gibi jestler yaparak belli edemiyor olsam da saçlarım kendimi bildim bileli benim için önemlidir. Hayal mayal hatırlarım, daha okula başlamamışken, annem de çalıştığı için sabahları babaannemlerde takıldığım zamanlarda dedem beni berberine götürmüştü de saçlarımı kısacık kestirmişti. Benim için hava hoştu da annem çok üzülmüştü gördüğünde, "Upuzun yumuşacık saçların gitti. Bir daha böyle çıkmazlar" diye. Sanırım annemin bu kadar üzüldüğünü görmek bilinçaltıma saçın çok önemli bir şey olduğunu işledi o zamanlar. (Gördüğünüz gibi şimdiki davranışlarımın kaynağını çocukluğuma inmek suretiyle bulacak kadar da sosyal bilimler yanlısı bir insanım.)

İlkokulda kavga ederken saçımdan çekecekler diye de çok korkardım ayrıca. Sanki çektikleri an saçlarım çekenin elinde kalacakmış gibi gelirdi. Ortaokulda saçlarımı şekle sokabilmek için ne mesailer yaptığımı da bir ben bilirim. Ha bir de babam bilir, "Dökülecekler!" der dururdu. (Oha ayrıca, saç dökülmesiyle ilgili iğrenç bir video da yapmıştım buhran zamanlarımdan birinde, şimdi geldi aklıma).

Lisede de durum aynen devam ettikten sonra üniversite kısacık saçın üşengeç bünyeye faydalarıyla tanıştım ve insanları da çaktırmadan bana kısa saçın ne kadar yakıştığına ikna ettim. Neşe de benim yaptığımı yapabilse saçlarını kısacık keserdi de kepek sorunu falan kalmazdı bak. Gerçi kısa saçta da kepek olur. Olsun.

Hal böyle olunca saç kesimi konusunda da çok hassas oldum. Bir süre dedemin bilinçaltımı alt üst eden berberine gitmeye devam ettim. Sonra baktım kendisi ben ilkokuldayken pörtleyen "amerikan traş" stilini "eşek traşı" olarak yorumlayıp o şekilde kesmemeye inat ediyor, yollarımızı üzülerek ayırıp saçlarımı babamın berberinin çırağına emanet ettim.

Bu bahsettiğim nerden baksan 20 yıldan uzun zaman önceydi. Boy uzatmak maksadıyla berber koltuğunun üzerine yerleştirilen tahta aparata oturarak başladım Sonra o bir hikaye anlattı ve ben büyüdüm; çıraksa önce kalfa, sonra usta, sonra da jedi oldu. Jedi olmadı tamam, jokey oldu. Atlar adamın hobisiyse ben napayım.

Ankara'da okurken tanımadığım adama saç kestirmeme konusundaki inadım sonucunda saçlarımı kendim kesmeye başladım. Yılda 3-4 kez ailemi ziyaret ettiğimde jokey berberime de uğrayıp saçlarımı düzelttiriyor, düzelttirirken de onun yıllardır değişmeyen at ve "Güven nerelerde, görünmüyor?" muhabbetini dinliyorum. (En yakın arkadaşlarınla aynı berbere gidersen bu kaçınılmaz bir muhabbet.) Ancak neredeyse 20 yıldır, "oh süper oldu" diye çıktığımı hatırlamıyorum berberimden.

Neyse işte, askerde mecburen iki kez saçımı kestirdiğim asker berberi de sayarsak 30 yıldır saçımı kesen topu topu üç berber.Hayır "berber değdirmesi" gibi bir olaydan korkuyor falan da değilim (yine de değdirmesinler tabi) ama saçlarımı başkalarına neden emanet edemiyorum bilmiyorum. Aslında ben de haklıyım, "Kellik genetik, babamın da fırça gibi saçları var, oh oh." diye gezinirken "Dayıların kel mi?" sorusuyla muhatap olup iki kel dayımı gözümün önüne getirdiğim günden beri kel olacağıma ikna olmuş bir insanım. Bari 3 tel saçım mümkün olduğunca şefkat görsünler istiyorum belki de.

Gel gör ki şartlar gereği en iyisinin kendi kendime kesmek olduğuna karar verdiğim saçlarımı kesmeye çok üşendim bundan üç ay kadar önce. Saçlar biraz uzayınca aldığım "Bebişim, sana uzun saç da yakışıyormuş ya." tepkilerini de üşengeçliğimin verdiği vicdan sızısını dindirmek için kullanınca benim saçlar aldı başını gitti. Favoriler ben diyeyim İngiliz lordu, sen de Americo Vespuci (neden bu örneği verdim bilmiyorum) kıvamına gelmek üzereydi. Ense desen, 3. amatör kümeden çıkamadan jübilesini yapmış futbolcu saçı gibi olacaktı azıcık daha bekleseydim. Sabahları saç kurutmaya ayırdığım 10 dakikalık işkence periyodu da işin içine girince artık "Uzun saçlarının hastasıyım" telkinleri de beni rahatlatmaya yetmemeye, uzun sırma saçlarım beni rahatsız etmeye başladı.

Bu gelişmelerin sonucu olarak dün işten çıkıp bakkala giderken (arada küçük esnafa destek adına dandik süpermarketler yerine bakkaldan alışveriş yapıyorum) gözüme takılan berber dükkanının önünde durdum, birilerinin referansıyla berbere gitmeyi bırak, 3 berber dışında saçını kestirmemiş biri olarak hiç tanımadığım bir berberin koltuğuna oturup saçlarımı ona emanet ettim. Bir ara berberle aynadan göz göze geldiğimizde "Biliyor musun, sen dördüncüsün" diyip içimde kopan duygusal fırtınayı onunla paylaşmak istedim ama sonrasında yaşanacak bir "değdirme" ihtimali beni ürküttü. Duygularımı içime hapsettim.

Zaten berberin traş sonrası "çok saç çıktı ya" lafı da kendisinin olaya ne kadar duygusuz yaklaştığını gösterdi. "İyi ki açık etmemişim duygularımı" dedim içimden.

Sonuç olarak, kendi kestiğim zamanlardaki gibi kısacık değil saçlarım. Kesmediğim zamanlardaki gibi papaz kıvamında da değil. Şimdilik bana boynuyla S drift'i yapan Tayfun saçı gibi hissediyorum ama olsun. Şu da annemin aklına geldikçe dile getirdiği bebeklik saçlarım. Hakikaten de bir daha öyle çıkmadılar.