20110629

Mahalle fotoğrafçısına poz veren kadın tipli insan

İlla ki dikkat etmişsinizdir, sokak aralarındaki fotoğrafçıların vitrinini, hatta bazen de dükkan içindeki duvarları, tezgahları ya bebek, ya gelin+damat, ya da bu tip kadınların fotoğrafları süsler.

Bahsettiğim kadın tipi de, işte, varoştan hallice, mahalle delikanlılarının başka kimse bulamadıkları için yazdığı kadın. Hani fotoğrafı güzel görünür de , kendisini hiç görmemiş olsanız bile anlarsınız aslında o kadar güzel olmadığını. Güzel olmamaya ek olarak bir de varoş olmaktan son anda yırttığını. Vardır o fotoğrafta bir eğretilik, tüm çabalara rağmen. Üstelik vitrindeki o fotoğrafı da yatmadan önce yüz photoshop darbesinden geçirilmiş olur fotoğrafçı tarafından.

Ama yine de fotoğrafı o vitrinde durduğu sürece o sokaktan gururla geçiyor, mahallesinde kasılarak yürüyordur kızımız/kadınımız eminim. Fotoğrafı ordan inip de halefininki gelince gidip fotoğrafçıya sitem edeni bile vardır bence. Tadını çıkarır o mikro şöhretin.

Çok şükür bu tip bir insan tanımadım da, bu aralar sağda solda extreme havalı bazı kadınları gördükçe aklıma geliyor, "Mahalle fotoğrafçısına poz veren kadın tipli insan" tabiri.

Kadını/erkeği küçümsemiyorum burda yanlış anlaşılmasın. Benim fotoğrafım sadece bebekken fotoğrafçı vitrinini süslemiş, belki de o yüzden bir eziklik hissediyorumdur.

20110628

How to pin the hole

Derya Bıyıkal günlerime geri dönme iç güdüsüyle yanıp tutuşuyordum bir haftadır. Hazır dönecekken bu kez taştı, topraktı uğraşmayıp görece daha elle tutulur bir şeyler deneyeyim dedim, "yanımda bi Patti Smith olsa benim de bir Robert Mapplethorpe olmam daha kolay olurdu." düsturumu hatırladım ve ne zamandır aklımda olan pinhole kamera fantezimi gerçekleştirmeye karar verdim.

Yalnız bu sefer karar verip uygulamakla da kalmadım, üşenmedim bir de tutorial hazırladım. Aslında hazırlamadım, yazmaya devam ettikçe ortaya çıkacak tutorial. Eğer siz de bir pinhole yapmak isterseniz çok kolay, eskiyen sütyenlerinizin askılarını falan bile kullanabilirsiniz.

Neyse,

Chapter 1: İşin teorisini bile teoride bildiğimi farkedip biraz araştırdım bugün, bu zımbırtı nasıl yapılıyordu falan diye. İncelediğim sitelerden farklı bilgiler edindim. Örneğin kullanmak istediğiniz odak uzaklığını girdikten sonra size iğne deliğinin çapının, pozlama süresinin ve yaklaşık kamera açısının hesaplandığı siteler var.

Onun dışında, pinhole için hazır şablonlar barındıran siteler var (ben birini buldum sadece) 80 sonu 90 başı gibi gazetelerin verdiği maket evler gibi, kesip yapıştırıp makineyi yapıyorsunuz. Şablon kullanmak istemezseniz kahve kutusu, yeterince iddialıysanız bir oda bile kullanılabilir aslında. İlk etapta en mantıklısı şablon gibi geldi deneysel ama üşengeç bünyeme.

Literatür taramasını geçtikten sonra geldik makine için lazım gelen malzemelere:

Öncelikle film tabi, suyla çalışmıyor alet. Fotoğraf kağıdı da olabilir film yerine, hani şu polaroid'lerde kullanılan cinsten. Yalnız ben onu biraz araştırdım, karaköy dışında temin edebileceğim bir yer bulamadım. Karaköy'e de kim gidecek afedersin. Şablonunu kullanacağım makine de filmli olduğundan 35 mm'lik film tedarik ederek işe başladım.

Sonra siyah boya, kutunuzun, dolayısıyla makinenizin içinin olası ışık yansımalarından arındırılması için. Sprey boya ozona zararlı olduğundan (duyarlıyımdır) ben ayakkabı boyası (şaka lan, sonra ayakkabı falan boyarız diye) tercih ettim. Gerçi siyah diye aldığım ayakkabı boyası bok rengi çıkınca bi bozulmadım değil ama mallık bende, simsiyah boya kutuları arasından gidip de krem rengi kutuyu seçip aklım sıra fark yaratan ürünü tercih ederken o boyanın siyah olmayacağı hiç aklıma gelmemişti. 3 yıl önce bulunsun diye aldığım guaj boya seti duruyordu neyse ki hala, onca zaman boyaları Rufus'tan saklayabilmiş olmanın gururunun verdiği gazla biraz dolap tepelerinde dolaşıp buldum boya setini. Onun siyahını kullandım. (En sevdiğim renk siyah, guajımın siyahı) Ben hep derim atma, ilerde lazım olur diye. Bak iyi ki atmamışız.

Neyse, sonra kırtasiyelik malzemeler, maket bıçağı, siyah bant, iki tarafı yapışkanlı bant (bunu aldım ama kullanmadım. Olsun, bulunsun) sıvı yapıştırıcı (marka vermeyeyim diye ne hale düştük) makas, sütyen falan lazım. (Bu sütyen nerden girdi aklıma hiç bilmiyorum sahiden. Hep derya bıyıkal yüzünden)

Malzemeleri de derleyip toparladıktan sonra, malkoçoğlu: anadolu destanı filmini izleyerek çalışmaya başladım. Özellikle bu filmi izledim ki daha bi gaza geleyim. Sahiden de öyle oldu, malkoçoğlu "senin kahpe kelleni kancık bedeninden ayırmaya geldim" dedikçe daha bi gaza geldim ben. Çalışmalarım sırasında bir taraftan da Soner'i fişteklemeyi unutmadım, gidip bana siyah ayakkabı boyası alması konusunda. (O sırada aklımda yoktu evdeki guajlar). Neyse, sonunda gitti. 3 saat sonra bi tane Erman alıp gelmiş. Ayakkabı boyası hala ortada yok.

Yazarken sıkılmaya başladım o yüzden ben fotoğraflarla devam edeyim olaya. Hem görsel hafıza falan, daha kolay anlaşılır proses.

Makineyi bitirdikten sonra bir makara da film bitirdim ama açıkçası ne kadar başarılı olduğum konusunda hiç bir fikrim yok şu an. Malum pozlama süresi falan biraz deneme yanılma yoluyla ortaya çıkacak ki o da filmleri yakmadıysak. Yarın bir taba vereyim, çıkan bir şey olursa onları da paylaşırım. Üşenmezsem şablonları hangi siteden buldum ona da bakar yazarım yarın.

Gelecek programda nasıl bir ürün/araç yaparız bilmiyorum ama ihtiyacımız olan malzemeler arasında sütyen... töbe töbe, kandil gecesi bi de.




Post başlığı olarak "Pinholümü kendim yaptım" yazmadığıma şükredin ayrıca.





1. Şablonu bir kartona yapıştıralım ki daha kuvvetli olsun. Soldaki gövde, sağdaki içteki mekanizma.

2. İşaretli yerlerden kesince böyle oluyor

3. mekanizmayı katladık. İçini boyayacağız aslında, ki karanlık olsun.

4. Deklanşör böyle oluyor

5. Boş bir film makarasının kapağını açıp içinden çıkan mili ters çevirip takıyoruz. Fotoğraf barındıran film o makaraya girecek. Böylece yerleştiriyoruz mekanizmaya.

6. Mekanizmayı da katladığımız kutuya.

7. Yapıştırınca edince, sonuç aşağı yukarı böyle bir şey.

Şablonlar da buradaymış.

20110627

Biliyorum, bu aralar çok sıkıcı yazıyorum

Mutlak bir boşluk içindeydi kadın, ne sesin ne ışığın zerresini bulamadığı.   Etrafındaki ışık aniden kaybolalı çok olmuştu ama hala alışamamıştı gözleri karanlığa. Bağırıp sesini duyurmaya çalışmaktan da artık vazgeçmişti. Biliyordu nafile bir çaba  olduğunu, gırtlağını parçalamaktan başka işe yaramayan. 

El yordamıyla etrafını yokluyor, kendine bir yol bulmaya çalışıyordu. Ama kendisi de tahmin ediyordu aslında aynı yerde boş yere dönüp durduğunu. Defalarca etrafındaki engellere çarpmış, takılmış, düşmüştü. Yara bere içinde kalmıştı dizleri, dirsekleri. Ama her düştüğünde tekrar kalkmıştı. İnatçıydı, burada yok olup gidecekse de bu o elinden geleni yaptıktan sonra olacaktı. 

Kendine itiraf etmiyor olsa da içten içe farkındaydı artık direncinin kalmadığının. Her adımda biraz daha sendeliyordu. Tökezledi, toparlamak için bir kaç aksak adım attı ama beceremedi, kapaklandı yere yüz üstü. Bu seferki düşüşü onlarcası arasından en çok acı vereniydi. "Bitti"'diye düşündü. 

Tam teslim olmak üzereyken garip bir içgüdüyle elini biraz öne attı, bir kulaç atarmış gibi. Hiç beklemiyorken bir şeye çarptı eli, eskilerden tanıdık bir şeye. Aynı anda bir kıvılcım çaktı ve  aralandı mutlak karanlık. 

Dokunduğu, kendisi gibi karanlıkta gezen bir adamın eliydi. 

20110625

Haz

İki saatte hazırlayabildikten sonra yirmi dakikada bitirdiğin yemeğin ardından kalanın seni bir saat uğraştıracak bulaşıklar olması güzel bir örnektir hayatın yaşadığın hazlar için sana ödeteceği bedele.

2. Vites

Kahvaltımız biteli yarım saat kadar olmuştu ve yaklaşık yirmi dakikadır sessizdik ikimiz de. O pazar ekini karıştırıyordu gazetenin, ben de onun günlerdir elinden düşürmediğini bildiğim kitaba göz atıyordum.  Hava güneşliydi ama esiyordu arada. Estikçe ürperdiğini farkettim beyaz teninin, ses etmedim. Şaşılacak şekilde etrafta çocuklu aileler yoktu bu kez. O yüzden çocuk zırıltıları yerine martı sesleri hakimdi, biz de tadını çıkarıyorduk bunun.

Birden kafasını kaldırıp "Hadi" dedi kaküllerinin arasından bana bakarken gözleri.   "Dolaşalım biraz." nereye, diye sordum, "farketmez, ben çok severim arabada amaçsızca dolaşmayı" dedi.

Sahil yolunda giderken martı sesleri hala bizimleydi. Camı açıp bir sigara yaktı. Ardından da ben. Çattı kaşlarını hemen, "eksik kalma  sen zaten" dercesine baktı yüzüme. Bir süredir çok sigara içiyordum ve o da bunun farkındaydı. Sigarasını içerken sürekli radyo istasyonları arasında geziniyor, beğendiği bir şarkı bulamayınca sinirleniyordu içten içe. "Ufacık şeylere bile çok sinirleniyorsun bazen" dedim. "Sen de hep çok sakinsin ama" dedi. Öyle, dedim. Bazen birinin sakin kalması gerekli. Hem sakin güzeldir.

"Senden balıkçı da olmaz" dediğimde anlamayan gözlerle baktı yüzüme. "Radyoda istediğin şarkıyı bulmayı beklemek denize olta atıp balık vurmasını beklemek gibi. Sen şarkıyı bulmak için sürekli istasyon değiştiriyorsan oltayı her boş çekişinden sonra da sandalın yerini değiştirirsin. Balık tutmak biraz sabır ister."

O buna gülümserken benim aklımdan birinin radyo kanalını sürekli değiştirmesinin normalde beni ne kadar rahatsız ettiği geçiyordu ama ona söylemedim bunu. O yaparken rahatsız olmamıştım çünkü. Bilmem neden.

"Araba kullanmayı öğretsene bana" dedi. "Öğreteyim, ama sen de savcı hanım gibi kandırıyor olma beni, behzat gibi uğraşmayayım boşuna" dedim. Iyyy, dedi. Biliyordum savcı hanımı hiç sevmediğini.

Trafik ışıkları yeşile döndüğünde hareket ettik tekrar. Vites değiştiren sağ elim onun sol dizine gitti istemsizce. Biraz kaldı öyle. Sonra o, elini elimin üzerine koydu. Bir şey hissettim o an, ürperti gibi, heyecan gibi. Hoşuma giden bir his, sanki daha önce hiç el ele tutuşmamış gibi. Bakmadım yüzüne o an. O da benimkine bakmadı sanırım, sessizce önümüze bakmak daha güzel geldi ikimize de.

Bana dönüp "Neden bu kadar yavaş gitmeye başladık?" diye sordu bir süre devam eden sessizlikten sonra. "Çünkü ikinci viteste gidiyoruz" dedim. "E üçüncü vites?" dedi. "Sonra da dört? Araba kullanmayı bilmiyorsam da bu kadarını biliyorum en azından"

"Üçe atamam ki şimdi" dedim. Kaşlarını kaldırdı merakla.

"Atamam, çünkü sağ elim senin elinde. Ve öyle kalsın istiyorum"

Utandı, omuzlarını yukarı çekip gülümserken. Beni yıllar sonra gördüğüm en masum gülümsemeye tanık ediyordu, haberi yoktu.

20110624

Paspal

Bazen saçmalıp boklar yediğim, hatta kendimi komik durumlara soktuğum oluyor. Yaptıklarımı farkettiğimde önce bir kızıyorum kendime, sonra da boşver diyorum, herkesin zaman zaman yaşayabileceği şeyler bunlar. O yüzden bir bok yediysem arkasında dururum genelde. Temizlemeye çalışmam.

Saçmalamış, boklar yemiş olmak sorun değil de, ister yoldan geçen adam olsun, ister en yakınımdaki insan olsun, saçmaladığıma tanıklık edenlere neden saçmaladığımı ifade edemediğim zamanlar üzerime bir ağırlık yüklüyor bu durum. Çünkü sebebini anlatamadığında o saçma halinle kalırsın tanıkların aklında; normalde ne kadar tutarlı, ne kadar aklı başında biri olursan ol.

Şey gibi bu, giyimine kuşamına hep çok özen gösterirsin ama hayatında bir kez evde giydiklerinle markete gider, orda hayatında gördüğün en güzel insanla karşılaşırsın ya. Orda göz göze geldiğinizde bitmiştir herşey. İstersen bir moda ikonu ol, paspalın birisindir sen onun gözünde dizleri çıkmış pijama altınla, yakası esnemiş tişörtünle. Anlatamazsın aslında ne kadar bakımlı olduğunu. Bilirsin, bir daha karşılaşsanız bile onun aklında o paspal halin kalacaktır hep. O yüzden karşılaşmamayı dilersin. Olur da karşılaşırsan kaçacak yer ararsın.

Aslına bakarsan büyük bir lükstür yediğin bokların, neden komik duruma düştüğünün sebebini anlatabilmek. Çok nadiren sahip olabileceğin bir lüks. Çünkü umrunda olmaz kimsenin, "yerken bana mı sordun" der, sana açıklama şansı vermez karşındaki haklı olarak. Sen açıklamayı denesen ters teper.

Durumun böyle olduğunu çok iyi bildiğim halde bu lükse sahip olabilmek istiyorum bazen. Yine paspal olarak hatırlanacağımı bilsem de içimi dökebilmek istiyorum. Çünkü ben de insanım. Paspal bile olsam, sanırım iyi bir insanım.

Çünkü çok ağır geliyor bazen içimi dökememek, yediğim bokun sebebini açıklayamamak. Ve samimi olarak söylüyorum, bu ağırlığı taşımakta sahiden zorlanıyorum bazen.

Bu post da son saçmalayışım olacak umarım. Sonra kaçacağım ben de tanıklardan tek tek.

20110623

Çiçek

Aklıma geleli iki yılı geçmiş, ama bugün gerçekleştirdim şurdaki fikrimi.

Neyse ki medeni insanmış muhatabım, önce şaşırdı, sonra gülümseyip teşekkür etti.

20110615

Öyle Değil

Yaşadığım bir şey de olsa yazdığım, kurguladığım bir olay da; ister istemez doğumumdan o ana kadar düşündüklerimin/yaşadıklarımın etkisiyle çıkıyor ortaya. Doğal olarak. Herkeste olduğu gibi. Bazen tek bir durum oluyor aklımdaki, bazen farklı durumların bir karması. Bazen ben bile bilmiyorum, geliveriyor bir cümle diye başladığım şeyin üç sayfa arkası.

Neyse, bugün şunu farkettim. Ne yazarsam yazayım hiç kimse tarafından beğenilmeyeceğini düşünerek yazıyorum ben hep. Durumu yeni farkettiğim için sebebini de bulamadım henüz. Belki sadece kendim için yazdığımdan, belki -beğenilmek hoşuma gitse de- yazarken beğenilmek gibi bir beklentim olmadığından.

Çok özel durumlar dışında yazdıklarımla ilgili fikrini beyan eden, bana fikir veren yalnızca iki insan var, belki de ondan. Yazdıklarım fikir beyan edilecek şeyler de değil pek, orası ayrı. Dünya barışına katkıda bulunmaya, açlığa son vermeye falan çalışmıyorum sonuçta burada.

Bunları yazınca da "yazdıklarımı beğenin, beğendiğinizi de belli edin" gibi bir talepte bulunuyormuşum gibi oldu.

Öyle değil.

Havadan Sudan. Konuşmadan.

Yeni kesilmiş çim kokusu yukarıya kadar çıkıyor, onun hafif parfümüne karışarak odayı dolduruyorurken o, camdan dışarıyı izliyordu. Ben de onu. Geceydi, ama hala biraz manzara vardı izleyebileceği. Sonra birden döndü, kondu kanepeye, yanıma.

Havadan sudan konuşmaya başladık. Sonra işten güçten. Kedilerden konuştuk, "ah bir de bu kadar tüy dökmeseler" dedi. "Olur mu hiç, döksünler" dedim. Dökülen tüylerdi bence kedinin evdeki hakimiyetinin göstergelerinden biri ve birçoğunun aksine bu benim hoşuma giderdi. Kedinin sevdiği minderi kolayca anlardı eve ilk kez gelen bir insan bile, minderin üzerindeki tüy yumaklarına bakarak. Ama kimse bilemezdi kedinin yan yana duran, birbirinin aynı minderler arasında uyumak için neden hep aynı minderi seçtiğini. Kediden başka.

Aşktan konuştuk sonra. Üzenlerden, üzdüklerimizden. Gelip gidenlerden, gelen ama biz git dediğimizde bile bir türlü gitmek bilmeyenlerden. Gurur yapışlarımızdan , gururun gereksizliğinden. "İnsanın en büyük zaaflarından bence aşk" dedi.

"Hani hükümdar olsan, savaşta yenilsen… Koca ordular karşılaşıyor sonuçta. Bir taraf illa ki yenilecek. İlla ki bir taraf kötü hissedecek. Ama bir onuru var savaşıp halkını korumaya çalışmanın.

Hasta olsan, bir virüse yenilsen, ölüp gitsen. Virüs bu. Tıbbın hala çözemediği onca şey var. Düşmanın büyük. İlla ki insan kötü hissedecek. Sen değilsen de geride bıraktıkların. Ve bu çok normal.

Ama bir insan bir insanı bu hale getiriyorsa… Düşünsene, bir çok insanın mutluluğu sadece bir insanın dilinin ucunda. Para, pul, güç, şöhret, zeka, başarı... Hiç biri tek bir insanın tek bir sözüyle yapabileceği kırımı düzeltmiyor bazı zamanlar. Ve bu hiç normal değil. Geçiyor gerçi de, hiç gelmese daha iyi."

"Başlangıçlar daha kolay da, sonlar zor olabiliyor iki tarafa da. Sırf o yüzden başlamaya korkuyor insanlar bazen. Tam tersi olsa daha iyi sanki." dedim. Güldü, "Bu işin doğal süreci bu ama" dedi.

İyi ya da kötü, dedim; yüzleşmen gerekenle yüzleşmelisin, dedi.

İçimizi daraltmaya niyetimiz yoktu ama. Müzik, dedi. Sen konuş dedim, ben dinlerim." Çok konuşmuyorsun, sıkıcısın." dedi saçlarını omzundan savurup. "Bazen az konuşup sadece dinlemeyi severim. Bazen hiç dinlemeyip sadece yanımdakinin varlığını hissetmeyi." diye açıkladım.

"Hissediyor musun?" dedi, eh, dedim. Somurttu.

Kıvrılıverdi kucağıma. Hadi, dedim. Sen konuş, ben dinleyeyim. Hatta sen şarkı söyle, ben dinleyeyim. Mırıldanmaya başladı hiç düşünmeden. Sevdiklerimden bir tanesini. Sanki ben ona söylemişim, o da önceden hazırlık yapıp gelmiş gibi.

Bu havada bile serindi elleri, hani Nazım'ın hava için dediği gibi, üşümüş bebek elleri gibi. Alıp ısıtasın gelir. Aldım ısıttım ben de. Kadife gibiydi şarkı söyleyen sesi, ben elini tutup saçlarını okşarken. Belki de aslında öyle değildi de bana öyle geliyordu o an, bilmem.

Uyumuşum onu dinlerken. Bazen olur olmadık durumlarda uyuyakalırım ben. Hele bir de huzurlu hissediyorsam. Uyandığımda sabah olmuştu. Kollarımın arasında, başını boynuma yerleştirmiş uyuyordu.

Dayanamadım, bir öpücük kondurdum.

20110614

Discovery'de yeni sezon: Raf tepelerinde, kedi peşinde

İçimdeki belgeselci ortaya çıktı resmen. Düştüm falan ama değdi. Işık açıkken çekim biraz daha netti ama gözlerini rahatsız ettiğimi düşünüp kapamak zorunda kaldım ışığı.

Gözlem notlarıma gelince:

Dört kardeşin karakterleri ikiye ayrılıyor şimdiye kadar yaptığım gözlemlere göre. İkisi biraz tırsak ve utangaç, ki videoda da saklanıyorlar kutunun dibine, diğer ikisininse dünya umrunda değil; biri yalanıyor hiç istifini bozmadan, diğeri uykusundan uyanma zahmetine bile girmiyor.

Favorim kafasındaki miğfere güvenirken poposuna şaplak yemiş olan. O yalanıp duran işte. Rufus bu kadarken arka ayaklarının peşinde dönüp duruyordu, yakalayayım da yalayayım diye.

Untitled from buro T on Vimeo.

wassup

Surprise me.

'cause nothing surprises me anymore.

yumuşa

S: Ah, boxerlarını yıkarken de mi yumuşatıcı kullanıyorsun?
B: Deli misin, onlar yumuşatıcıya en çok ihtiyacı olan çamaşırlar.

20110612

Olsun

Bu ara çok boş beleş şeylerle uğraştığımı düşünüyorum. Olsun.

Behzat Ç.'nin şurada bahsettiğim muhabbeti beni fena çarptı, tahmin edebileceğiniz üzere. Bugün de şurada (bu aralar sürekli önceki postlara refer ediyoruz, hadi bakalım) bahsettiğim videoyu bir şekilde edindim, sonra da kendi çapımda yorumlayıp bi çeşit montaj/kolaj yaptım. Sonuç pek istediğim gibi olmadı. Ama emeğime saygı gösterip yayınlıyorum.

Ek: alt(üst?)yazıların da bi kısmı kaymış. neyse, kısmet.

Olsun from buro T on Vimeo.

Um,

- Why does it always rain on me?
- Cause you are, something like... an umbrella man, who shelters the others from the rain.

20110610

Mut(suz)

Şuradakilerden ikincisini izlerken kendi çapımda montajlamak geldi içimden. Sonra ilkini de alayım dedim montajın içine. Ama yazık ki ilki kaldırılmış siteden, indiremedim. O videoyu başka nerde bulurum diye bakınırken şunu öğrendim. Sonra bir şeyler yazmadan önce ne kadar okuduysan yazdıklarının da o kadar güzel olacağını bir kez daha hatırladım:

Kim istemez mutlu olmayı
Ama Mutsuzluğa da var mısın?

Cemal Süreya'nın bu, Mut(suz) adı.

20110609

Sıçtım, bu kez 4 defa.

2009 Eylül'den beri 1.5 yıldan fazla zaman geçmiş.

2009 Eylül, Rufus'un doğduğu ay. Onu işyerimin önünde sürünüp ciyaklarken bulduğum ay. İyi ki de cırlıyordu; önce bulmuştum, sonra mahalleli çocuklar kaçırmıştı. Cırlamalarını takip edip tekrar bulmuştum boş bir arsada. Evime getirmiştim. Getirdim, bir daha da gitmedi zaten.

Şimdi 1.5 yaşını geçti işte. İkinci yaşına daha yakın hatta. Bahsetmiştim şurda; bir süredir de ailemle yaşıyor hem onun hem benim -hem de artık ailem- için daha hayırlı olduğunu düşündüğümden. O çoktan alışmış zaten yeni yuvasına, koca evde peşinde annem, prens gibi gezip durmaya. Evde bir kedinin yaşamasına önceleri pek sıcak bakmayan aile fertlerimizden annem artık karşılıklı kahve içiyor Rufus'la. Yolda gördükleri kedilere bile farklı bakıyorlar artık, babamın eve kucağında başka bir kediyle gelmesi an meselesi. Babamın tek şikayeti ise Rufus'la boğuşurken dişlerini sıkmaktan yakında dişlerinin döküleceğini düşünmesi. Bense onu özlüyorum, hala arada rüyalarımda görüyorum.

Geçenlerde de bir kedi yavrulamıştı şirketin içinde bir yerlere. Almış yavrularını gitmiş sonra, göremedim onları hiç. Bugünse depocu arkadaşlardan biri geldi yanıma. Bir kedi yavrulamış depoda, 2.5 metre kadar yükseklikte bir rafta bir kolinin içine. Kolinin içinden mal almaya çalışırken farketmişler içinde yavrular olduğunu, anneleri bizimkilere hırlayınca. "Sabah anneleri yaklaştırmadı, koli içinden mal alamadık. Sen bi baksan?" dedi.

Çıktım bir merdivene. Kolinin üzeri kapalıydı, açtım yavaşca. "2 tane" dedim. Sonra "yok üç" Sonra "Yok, dört" o kadar sokulmuşlardı ki birbirlerine, minicik kafalarını sayamadım ilk bakışta. Rufus'u ilk bulduğum hallerinden daha küçükler. İki tanesi rahat sığar sanırım avuçlarıma. Gözleri belli belirsiz açılmış, ama hala yürüyemiyorlar. Işıktan biraz rahatsız oldular, iyice sokuldular birbirlerine. Bir tanesi aynı Rufus.

Sıçtım, diye geçirdim içimden. Bu kez bir tane de değil, dört tane. Neyse ki anneleri var şu an yanlarında, Rufus garibi gibi terkedilmemişler. O içimi rahatlattı da bıraktım koliyi olduğu yerde, anneleri döndüğünde rahatça bulsun diye. Ama açıkçası biraz korkuyorum. Anneleri ne kadar bakacak, içlerinden birini bırakacak mı, bilmiyorum. Anneleri bakmazsa bir taraftan onları öyle bırakamayacağımı biliyorum, bir taraftan da onları kolay kolay sahiplendiremeyeğimi. Sonra huni ile gezsin Buro, peşinde dört de kediyle. Yeni doğuran anneye nasıl besin takviyesi yapılır onu soruşturuyorum şimdi, besinsizlikten kedileri besleyemeyip bir ya da bir kaç tanesini bırakıp gitmesin diye.

Post da duygu sömürüsü gibi oldu onun farkındayım. Olsun, yazdım.

Merdiven tepesinde olunca çok net olmadı da fotoğraflar,




Komando gibi ilerleyen Rufus'a benzeyen.



Bir tanesi de kafasına geçirdiği siyah miğfere güvenirken poposuna bir şaplak yemiş gibi.

Footsteps

Silent footsteps were the only way to avoid being caught.

Oh, mine were too loud.

20110608

Kodun ne senin?

Videoya çok abanmış olabilirim bu ara da, şunu görünce abanmamak olmaz ki.

20110607

Hass

Hayatta içtenlikle "Hasssiktiiir" dediğim nadir anlardan biridir, şu bağlantıyı kurduğum an. Yazık ki baya geç kurdum.





Evet, ne var?

20110606

Oynadım.

Beni azıcık tanıyan insan dans etmektir, göbecik atmaktır, bu tarz senkronizasyon ve ritm duygusu gerektiren atraksiyonlardan pek (hiç?) hoşlanmadığımı, hoşlanacak olsam bile beceremediğimi bilir.

Senkronizasyon ya da ritm duygusundan yoksun olduğumdan değil. Aksine, çok senkronize bir insanımdır ben; sol elimi soğan cücüğü gibi yapıp göğsüme vururken sağ elimi de avuç içim gögsüme paralel şekildeyken aşağı yukarı hareket ettirebilirim iki elim birbirine çarpmadan. 3 tenis topunu da havaya atıp atıp tutabilirim ayrıca. Askerde de hep uygun adım yürürdüm. Neyse, bir gün gösteririm.

Ama dans işi bana biraz ters nedense. Beceremiyorum da zaten, hayali bir topu atıp tutamıyor oluşum şahitler huzurunda tescillenmişti bi ara. Olay bana öyle ters ki ben kendi düğünüm olursa onda dans etmem, oynamam diye fikir beyan ederdim. Fikir böyle olunca da, gittiğin düğün/dernek/eğlence atraksiyonlarında genelde bi köşede tüneyip millet dans ederken onları kesen cool adam tribi yapıyor gibi oluyor sergilediğin tavır. Yapacak hiçbir şey yok ne yazık ki.

Ama işte, dün çok yakın iki arkadaşımın düğününe gidince bir ara "acaba" diye geçirdim içimden. Çünkü içimdeki şopar ortaya çıktı, bizimkilerin tamamını hayrete düşürürerek. Sevdiğim diğer insanlar da yanımdaydı, ondan desem. Zaten genelde yanımdalar. Sonra düşündüm, o an eğlendiğim için değil, bizim iki küçüğü evlenirken görünce ben de mutlu olduğum içindir diye karar verdim.

Post böyle gitmeyecekti gerçi ya. Bağlayamadım yine.

Bir de yayınlamadan önce okumadım, yanlışım falan varsa düzeltirsiniz.

içinde

Blogun renkleri çok uyumsuz oldu.

Farkındayım.

20110604

Masal