20110615

Havadan Sudan. Konuşmadan.

Yeni kesilmiş çim kokusu yukarıya kadar çıkıyor, onun hafif parfümüne karışarak odayı dolduruyorurken o, camdan dışarıyı izliyordu. Ben de onu. Geceydi, ama hala biraz manzara vardı izleyebileceği. Sonra birden döndü, kondu kanepeye, yanıma.

Havadan sudan konuşmaya başladık. Sonra işten güçten. Kedilerden konuştuk, "ah bir de bu kadar tüy dökmeseler" dedi. "Olur mu hiç, döksünler" dedim. Dökülen tüylerdi bence kedinin evdeki hakimiyetinin göstergelerinden biri ve birçoğunun aksine bu benim hoşuma giderdi. Kedinin sevdiği minderi kolayca anlardı eve ilk kez gelen bir insan bile, minderin üzerindeki tüy yumaklarına bakarak. Ama kimse bilemezdi kedinin yan yana duran, birbirinin aynı minderler arasında uyumak için neden hep aynı minderi seçtiğini. Kediden başka.

Aşktan konuştuk sonra. Üzenlerden, üzdüklerimizden. Gelip gidenlerden, gelen ama biz git dediğimizde bile bir türlü gitmek bilmeyenlerden. Gurur yapışlarımızdan , gururun gereksizliğinden. "İnsanın en büyük zaaflarından bence aşk" dedi.

"Hani hükümdar olsan, savaşta yenilsen… Koca ordular karşılaşıyor sonuçta. Bir taraf illa ki yenilecek. İlla ki bir taraf kötü hissedecek. Ama bir onuru var savaşıp halkını korumaya çalışmanın.

Hasta olsan, bir virüse yenilsen, ölüp gitsen. Virüs bu. Tıbbın hala çözemediği onca şey var. Düşmanın büyük. İlla ki insan kötü hissedecek. Sen değilsen de geride bıraktıkların. Ve bu çok normal.

Ama bir insan bir insanı bu hale getiriyorsa… Düşünsene, bir çok insanın mutluluğu sadece bir insanın dilinin ucunda. Para, pul, güç, şöhret, zeka, başarı... Hiç biri tek bir insanın tek bir sözüyle yapabileceği kırımı düzeltmiyor bazı zamanlar. Ve bu hiç normal değil. Geçiyor gerçi de, hiç gelmese daha iyi."

"Başlangıçlar daha kolay da, sonlar zor olabiliyor iki tarafa da. Sırf o yüzden başlamaya korkuyor insanlar bazen. Tam tersi olsa daha iyi sanki." dedim. Güldü, "Bu işin doğal süreci bu ama" dedi.

İyi ya da kötü, dedim; yüzleşmen gerekenle yüzleşmelisin, dedi.

İçimizi daraltmaya niyetimiz yoktu ama. Müzik, dedi. Sen konuş dedim, ben dinlerim." Çok konuşmuyorsun, sıkıcısın." dedi saçlarını omzundan savurup. "Bazen az konuşup sadece dinlemeyi severim. Bazen hiç dinlemeyip sadece yanımdakinin varlığını hissetmeyi." diye açıkladım.

"Hissediyor musun?" dedi, eh, dedim. Somurttu.

Kıvrılıverdi kucağıma. Hadi, dedim. Sen konuş, ben dinleyeyim. Hatta sen şarkı söyle, ben dinleyeyim. Mırıldanmaya başladı hiç düşünmeden. Sevdiklerimden bir tanesini. Sanki ben ona söylemişim, o da önceden hazırlık yapıp gelmiş gibi.

Bu havada bile serindi elleri, hani Nazım'ın hava için dediği gibi, üşümüş bebek elleri gibi. Alıp ısıtasın gelir. Aldım ısıttım ben de. Kadife gibiydi şarkı söyleyen sesi, ben elini tutup saçlarını okşarken. Belki de aslında öyle değildi de bana öyle geliyordu o an, bilmem.

Uyumuşum onu dinlerken. Bazen olur olmadık durumlarda uyuyakalırım ben. Hele bir de huzurlu hissediyorsam. Uyandığımda sabah olmuştu. Kollarımın arasında, başını boynuma yerleştirmiş uyuyordu.

Dayanamadım, bir öpücük kondurdum.

Hiç yorum yok: