20110729

Arabanın Motoru


Bir şeyi çok düşününce ya olur olmaz karşına çıkıyor, ya da bilinçaltı mı artık her neyse seni farkında olmadan onunla ilişkilendirebileceğin yerlere sürüklüyor.

Yaklaşık iki aydır falan kedi diye inliyorum ya mesela. Her gün farklı bir kedi vakası yaşamaya başladım. Bu durum ikinci dediğime daha yakın sanırım, uzun süredir mıncıklayabileceğim bir kediyle muhatap olmadığımdan muhtelemen daha da açıldı algılarım çevremdeki kediyle ilintili her şeye karşı.

Bu hafta muhtelif forumlarda sürekli yaptığım sahip arayan kedi arayışlarım "çok tatlıymış" diyebildiğim yalnız iki kedinin ikisinin de Ankara'da ikamet ediyor oluşu sebebiyle şimdilik sonuçsuz kaldı. Evet itiraf edeyim, Rufus bence çok güzel bir kedi ve bir kedi daha sahipleneceksem onun kadar güzel olsun istiyorum, biraz önem veriyorum dış güzelliüe.Ama tabi Huyu benzemesin inşallah. Amin.

Bu arada bu internet trafiğim üzerine bizim it departmanından arayıp "abi, bir haftadır senin bilgisayarı 35-40 yaşlarında yalnız yaşayan bir kadın mı kullanıyor?" diye sorabilirler, hiç şaşırmam.

Neyse, Sabah arabama bindim, koltuğa oturunca ön cama, sileceğe iliştirilmiş bir not buldum. Önce birileri "Yanlış yere park etmişsiniz" falan diye not yazmış diye kızacak oldum. Sonra baktım, şşağıdaki not. İndim arabadan, kaputu açıp motoru inceledim bir süre. Görünürde her yer mekanik aksam doluydu, kedisel bir aksam yoktu ortalıkta. Bir taraftan da bir kedi miyavlaması geliyordu kulağıma. Sesi takip edip verandada taşıma çantasına ysrleştirilmiş bir yavrudan geldiğini gördüm. Tekrar arabaya döndüm ama içim rahat etmedi motorda bir kuytuya saklanmış olan bir kedi bulunma ihtimali yüzünden. Arabasız gittim işyerine. Bir taraftan da mutlu oldum komşular da zaten duyarlılar da, not yazma zahmetine girdiler diye.

İşyerinde de, hafta başından beri yerlerinde göremediğim anne ve yavrunun yuvalarının yanında sigara içerken 2 yeni minik daha gördüm. Önce farkına varamadım ama annelerini de görünce dank etti, miniklerin yaklaşık iki ay önce depoda doğan infantlar olduğu. "El öpmeye mi geldiniz?" dedim, korkup kaçtılar. Gerçi dört kardeşin ikisi gelmişti ama bu da yeter, çok bile kedi milleti için bu kadar vefa duygusu.

Yukarıdakileri sabah yazıp telefona kaydetmiştim. Öğleden sonra da hafta başından beri görünmeyen anne ve yavru da çıktı piyasaya. onlarla da selamlaştık.

Sonuç olarak, bir kedi edinip rahata ermek istiyorum. Hakikaten ben de sıkıldım kedilerin her hareketinin beni bu kadar düşündürmesinden ve haliyle yazmaya/fotoğraflamaya sevk etmesinden.


Yakında kedi adam olacağım, o olacak. Kostümüm de hazır sayılır hatta. Rufus'un geçen yıl kemirdiği pikeyi annem kıyamayıp atmamıştır kesin, "Rufus'un kemirdiği ilk pike bu" diye. Hem renk de uygun. En sevdiğim. Onu bulup üzerinde bir iki modifikasyon yaptık mı tamamdır bu iş.


Not

Infants


Adını Sen Koy



Kostüm


00:01 -

Gece yarısından sonra ayakta olmak iyi, her anın sana ait olduğunu hissederek yaşıyorsun falan da.

Kötü, aklındakileri dökecek birini istersen ulaşman zor oluyor o saatlerde.

Hatta bundan sonra günün şarkısı falan mı yapsam? Yaparsam da şununla başlasam.

Bir insanın beni ne kadar tanıdığını ölçmek (genelde pek ölçmem gerçi de) için kullandığım kriterlerden biridir o insanın bu şarkıya -artık biraz zor olsa da- denk geldiğimde şarkıyı hiç çekinmeden söyleyebilecek olduğumu biliyor/bilmiyor oluşu.

Hah, şarkıyı unutmayalım. Akustiği falan daha güzel gerçi de. ("I do love one-hit stars" demiştim galiba)

20110728

Tarif

- Tarifini verir misin bana?
- Mutluluğun mu? : )
- Hayır, şaşkın romantik. Yaptığın menemenin.
- : (

Operasyon: Gece Yarısı

Ben cam şişeleleri biriktirip öyle atıyorum. Doğruyu söylemek gerekirse yaptığım bu uygulamayı geri dönüşüm işçilerine yaptığım ufak bir yardım olarak düşünüyorum, ancak üşengeçlik de uygulamanın temel sebepleri arasında. 

Bu kez 2 büyük poşeti dolduracak kadar şişe birikmiş evde. Biriktirdiğim şişeleri de dönüşüm işçilerinin daha yoğun çalıştıkları zamanlarda, gece yarısı gibi inip otopark girişinin hemen önündeki konteynıra bırakıyorum. Tamam, poşetleri bizzat bırakmamda onları şangırdata şangırdata apartman görevlisine vermeye utanıyor olmam, bırakma zamanı olarak gece yarısını seçmemde de elimde o poşetlerle kimseye görünmek istemiyor olmamın da etkisi var. O yüzden bu uygulamaya Operasyon: Gece Yarısı diyorum ben. Havalı oluyor. 

Bu gece de uygun zamanı kollayıp 2 poşeti zorlukla yüklenip, ki o kadar doldurursanız sahiden ağır oluyorlar, o saatte çıt çıkmayan apartmanda çalar saat misali yankılanmasınlar diye şıngırtı seslerini (cam şişe sağlıklı falan da, çok şıngırdıyir be canısı) minimize etmek için tüm mühendislik donanımımı kullanarak asansöre bindim. Asansörde poşetleri yere bıraksan dert, aynada kendimi izlerken devrilme ihtimalleri yüksek. Bırakmasan ayrı dert, 13 kat inene kadar kolun kopar. Ben de birini bırakıp birini elimde tuttum, nasıl ama? Ben söyleyeyim, hiç de iyi değil. Hem bir kolum koptu hem de kendimi aynada izleyemedim. 

Neyse ki bitti yolculuk. Yine sessiz olmaya dikkat ederek apartman kapısına yöneldim. Apartman kapısına vardığımda Konteyner görüş alanıma girmişti bile, operasyonun başarıyla sonuçlanmasına konteynerla aramdaki yaklaşık 20 metrelik yol dışında bir engel kalmamıştı. 

Ben öyle sanıyordum, çünkü bu düşüncem aklımdan geçer geçmez köpeğiyle uğraşan, sarışın bir kadın gördüm. Onun bizim Soner'in şurda bahsettiği kadın olduğunu düşünüp Ayşen Guruda olmadığından emin olduktan sonra   kadının gitmesi için bir kaç dakika beklemeye karar verdim. Evden çıkarken sırf örtünme amacıyla üzerime geçirdiğim şortum ve yakası esnemiş tişörtümle değil güzel -olduğunu varsaydığım, tamam lan güzel olmasını dilediğim- bir kadınla, apartman kedileriyle bile karşılaşmayı göze alamazdım haklı olarak. Ancak normalde pıt diye sönen ve bir söndü mü tekrar yansın diye önünde sırıkla atlamanı gerektiren fotoselli apartman lambası bu kez bir türlü sönmediğinden gecenin karanlığında apartman girişi bir sahne, ben de bir rockstar gibi görünüyordum. Elinde iki poşet taşıyan bi rockstar. Bendeki ışığı farketmesi an meselesiydi. 

Senaryonun daha kötü kısmı da ben o ışıkla aydınlanınca geldi aklıma. Kadın ve köpeği işlerini bitirdikten sonra İnegöl'e köfte yemeye gitmeyeceklerdi, uyumak üzere evlerinin yolunu tutacak ve dolayısıyla (hala Soner'in bahsettiği kadın olduğunu varsayıyoruz) apartman girişinde benimle burun buruna geleceklerdi.  

Gece 12:30, apartman girişinde güzek bir kadın, cinsini seçemediğim siyah köpeği ve elinde iki koca poşetle, onları taşıyıp üstüne bir de dakikalarca ayakta dikilmiş yakışıklı bir adam (bu benim). Oh la la. Alman eğitici filmleri için bile saçma bir sahne.  Üstelik aynaya bile bakamamışım asansör seyahati boyunca, o an cazibemin hangi evresinde olduğum konusunda hiç fikrim yok o yüzden. 

Tüm bu şartları kısa bir süre boyunca gözden geçirip  Operasyon: Gece Yarısının, ve aslında ilerde gerçekleştirebileceğim Operasyon: xxx'lerin, bir faciayla sonuçlanmaması için insiyatif kullanıp tüm sorumluluğu üzerime alarak operasyonu iptal etme kararı aldım. 

Noldu, emek emek indirdiğim iki poşeti emek emek yukarı taşıdım. 

Not: Aferin lan Soner, takdir ettim bu kez.

20110727

Şeftali indirimde

Dün marketteki kasiyerle şöyle bir diyalog yaşadık, ben her zamanki gibi sigara ve muhtelif içeceklerimi alıp kasaya ulaştığımda:

- Şeftali de indirimde, arzu ederseniz.
- Meyve olan şeftaliden bahsediyoruz değil mi?
- Evet
- Teşekkürler, almayayım o zaman.

Son cümlemi istemsizce biraz garip kurduğumu farkettikten sonra kendi kendime bi utandım ama napayım arkadaşım kasa görevlilerine de olur olmaz herşeyin promosyonunu yaptırmasınlar

12 pt

- Did you get the point yet?
- No
- It is pointless, then.

20110724

Ne Olabilir

Öyle yaşıyoruz ki, herkesin derdi kendisine dünyanın en büyük derdi. Kimi iflas ediyor, kimi beklediği zammı alamıyor, kimi istediği tatile çıkamıyor. Dertlenip duruyoruz.

Demiştim galiba, babamın bir lafı vardır, "İçin sıkıldığında, kendini çaresiz hissettiğinde ya hapishaneye, ya hastaneye, ya da bir kabristana ziyarete git, insanlar ne halde bir gör." der. Ben de mesela, sözlükte hayata dair iç burkan detaylar başlığını okurum böyle durumlarda, ara ara.

Aslına bakarsan, kafamda iki ayrı değerlendirmesi var yukarıdakilerin.

İlki, kusura bakma baba ama, bana biraz adice bir yaklaşım gibi geliyor bu. Ne bileyim, senden daha kötü, daha çaresiz insanlar olduğunu görüp kendi durumunun biraz daha makul olduğuna inanmak.

Tamam, benim durumum da o görüp okuduklarım gibi, belki çok daha kötüsü olabilir. Ama dediğim gibi, çaresizsem görece daha çaresiz insanları görüyor olmam benim içimi rahatlatmamalı.

İkincisi de, dertler liginde küme düşmek üzere olan dertlere takılıp kaldığını farketmeni sağlıyorsa başka insanların ne dertler yaşadığını görmek, o zaman bir faydası var.

İşinden çok memnun olmaman, sevdiğin insanın seni sevmiyor olması, bugün 4-5 yıl önce bugün için kurduğun hayalleri hala gerçekleştirememiş olman falansa en büyük derdin, aslında pek dertli değilsin demektir.

O dertlerini, küçük de olsalar, ortadan kaldırmak için çabalamalısın tabi yine. Ama çok daha büyük dertler yaşayabileceğinin farkında olmalı (bizim yaklaşım burda devreye girer), dertlerini ortadan kaldırmayı başaramazsan da yıkılmamalısın. Dünyanın en dertli insanı olduğunu düşünüp şikayet etmek yerine kendini o dertleri yok etmeye konsantre etmeli, beceremezsen de "sağlık olsun" demeyi bilmelisin bir nevi.

Dertlerin en büyüğü, muhtemelen, ölüm. Aslında ölenden çok, ardında bıraktığı sevenler için dertlerin en büyüğü bu. Ölüm ölen insan için bazen kurtuluş bile olabiliyor çünkü bir yerde. Tedavisi olmayan bir hastalık sebebiyle uzun süre acı çektiyse mesela, acıları diniyor aslında. Öyle ya da böyle, ölüm, son oluyor insan için. Her şey bitiyor. (Öldükten sonra başımıza neler geleceği konusunda çeşitli inanışlar olduğundan sadece dünya yaşamını ele alıyoruz tabi burda)

Ben ölüme çok ciddi bakmazdım eskiden. Babamı ağlarken tek gördüğüm an ismimi borçlu olduğum dedemin öldüğü gündü. Çok üzülmüştüm de, o zaman ben ağlamamıştım. Seviyordum da dedemi. Çocuktum belki, aklım ermiyordu. Ama benden bir yaş küçük olan kuzenim hüngür hüngür ağlamıştı. Belki de çocuk olmakla çok ilgisi yok. Kaybettiğim ilk yakınım dedemdi. Sonra kaybettiğim yakınlarım için de ağlamadım. Marifet diye yazmıyorum tabi bunu.

Ölmek de çok korkutmuyordu beni. Geceyarısı karanlık/ıssız bir sokaktan geçmeye tereddüt ettiğimde "en fazla ölürüm" diye düşünüp dalabiliyordum o sokağa. Ya da sabahın dördünde, boş yolda kıytırık arabamla 170 kilometre hızla giderken karşıma atlayıp öylece kitlenen hayvanla, ve dolaylı olarak ölümle burun buruna geldiğimde aklımdan geçen "naparsam yaşarım" değil, "naparsam acı çekmeden ölürüm" sorusu olmuştu.

Bir ara, gerçi hala ara ara, geceleri sebepsiz yere düşüp bayılma olayım için tomogrofiler, mr'lar çekilirken de ben, kendimi hep en kötüsüne hazırlamıştım.

Bilmiyorum artık, anlamsız bir cesaret midir bu, yoksa kabulleniş mi.

Yaşım ilerledikçe daha ciddi gelmeye başladı bu kavram bana. Sevdiklerimi kaybetme düşüncesi beni korkutmaya başladı. Kendi ölümüm beni korkutmaya başladı. Rufus geçenlerde gün boyu kaybolduğunda, korkuttu beni. Bir de sanırım, bunun genç yaşta gerçekleşme olasılığı beni en çok korkutan.

O yüzdendir, kaynağı kaybedenler kulubü mü, mehmet şenol şişli mi emin değilim, "Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir" cümlesi bir süredir yazılıdır hep görebileceğim bir yerlerde.

Ölüm, insanın geride bıraktıkları için en büyük çaresizlik. O yüzden birini kaybeden bir tanıdığımı, çok çok yakınım değilse, arayamam ben hemen, biraz zaman geçsin diye beklerim. Başsağlığı dileyemem hemen. Onun o çaresizliğine benim ne faydam olabilir ki o an?

Ama bir taraftan da bir sevdiğini kaybeden insanın en çok ihtiyaç duyduğu yine diğer sevdikleridir galiba. Hatta o büyük çaresizlikte halini tahmin edip sana el uzatan en büyük düşmanınsa bile, tutunacak bir daldır o senin için.

Neyse, sanırım Amy Winehouse kafamı karıştırdı. Konusu falan kalmamış postun.

Çok şükür yaşıyoruz.

20110723

Buro-101

- Bana bir şey anlatırken üç/dört saniyeden fazla es verirsen ve bu esler iki cümlede bir tezahür ederse hem sinirleniyorum, hem anlatığın şeye olan ilgim kayboluyor. Anlatacaksan düzgünce anlat, telefonunu kurcalayarak ya da yan masadaki kadın ne giymiş diye onu süzerek değil. Kahveni de yudumlama demiyorum tabi.

- "Bilmem kimin bi karikatürü vardı" diye bir cümleye girme. Girersen de devam ettirme. Bazı durumlarda nezaketen -ya da susturmaya üşendiğimden- dinliyor gibi görünebilir, anlattığın bittikten sonra karikatür için yapmacık bir gülümseme gönderebilirim ama adı üzerinde karikatür o, adamlar boşuna çizmiyor onları. Sözle anlatılacak bir şey olsa fıkra olurdu. O karikatürü bilmiyorsam geçerli tabi bu. Biliyorsam beraber hatırlayıp gülümseyebiliriz, onda sakınca yok.

- Bilmediğim bir kavramı anlatıyorsan bana, bir kez örnek ver. Hadi ikinciyi de ver. Aslına bakarsan örneğe hiç gerek kalmaz muhtemelen, örneği "şunun gibi mi" diye kendim veririm. Benden talep gelmedikçe üçüncü örneği verme, sinirlenirim. Anlatılanı örneğe gerek kalmadan anlarım genelde.Yeni bir fizik teoremin falan varsa başka tabi, o zaman örnekleri biraz çoğaltmanda sakınca yok.

- Yine bir şey anlatıyorsan, ben "Anladım" dedikten sonra anlatmaya devam etme. Anladım diyorsam sahiden anlamışımdır. Bazen sana göre daha yarısına gelmeden anlamışımdır, olabilir. Anlatmaya devam etme. 3. "Anladım" da sinirlenirim.

- Uzun vadeli (uzun vade, benim için bir ay ve ötesi demek) (bu arada mor vade de, benim için mor ve ötesi demek, ahah)plan yapmayı pek sevmem. "93 gün sonra şuraya gidelim mi?" diye bir teklifle gelirsen vereceğim cevap 93 gün sonra beni bağlayıcı nitelikte olmayacaktır muhtemelen. Sevgilimsen "Gideriz" diye cevap veririm, arkadaşımsan "Bakarız" ya da "He tamam" derim. Söz konusu bir değer verdiğim bir insanın düğünü/nişanı/özel günü falansa başka tabi. O zaman duyduğum an o günü o olaya rezerve ederim.

- Seninle bir plan yaptık diyelim, ay sonu bir yerlere gideceğiz. Ay sonuna bir hafta kala sende o konuda pek hareket yoksa bende de hareket olmaz, plan hafiften suya düşmeye başlar bazı zamanlar. Bu tip konularda biraz iteklenmem gerekir kimi zaman. Üşengecim.

Şimdilik bu kadar müfredat.

Sürpriz

Bunu sözlükte yazmıştım galiba zamanında, kısaca.

En klişe durumlardan biridir ya, sürpriz doğum günü kutlaması.

Bence sürpriz doğum günü diye bir şey yoktur. Yani doğum günü sahibine pek bir sürprizi yoktur bu kutlamanın, yoksa mekanda çalışan garson için sürpriz olabilir, tabi, "Aaa, bu adamın doğum günü bugünmüş" diye şaşırabilir garson.

Çünkü iyi/kötü, küçük/büyük, arkadaş/aile çevresi olan neredeyse her insan doğum gününde çevresinden gelebilecek bir sürpriz kutlamaya hazırlıklıdır. O sürpriz kutlama gerçekleşir ya da gerçekleşmez, o ayrı konu. Sonuçta illa ki bir beklenti vardır doğum günü insanında. Ha, geçen yıl doğum günümü yurt dışında geçirirken otel odamın kapısı çalınsa, karşımda Türkiye'den sevdiğim bir insanı görsem o sahiden sürpriz olabilirdi mesela, ama bu tarz ekstrem durumları örnek uzayımızın dışında tutuyoruz.

Sürpriz doğum günü, annem/babam Gelecek yıl 1 Nisan'da karşıma dikilip "oğlum, senin doğum günün aslında 1 Haziran değil, 1 Nisan'da doğdun da baban nüfusa gitmeye üşendiği için 1 Haziran yazdırdık, sana da öyle dedik" derlerse falan hakkıyla yaşanabilir ancak. Gerçi o zaman da inanmam muhtemelen, "Böyle 1 Nisan şakası mı olur" diyerek.

Hırs

Hep derim ya, fazlaca sakinimdir, beni sinirlendirmek için özel çaba gerekir diye.

Şu sıralar bazen sinirleniyorum. Yolda, sosyal platformlarda, televizyonda, benim ağzımdan/kalemimden çıktığında insanlara hiç anlam ifade etmeyecek cümlelerin, isim yapan insanlar tarafından dillendirildikleri için dilden dile yayılmasına sinirleniyorum, içten içe.

Tabi bunun sebebi, benim bazen kendi cümlelerimi gözümde çok büyütüyor, haddimi aşıp onları o dilden dile gezenlerle aynı kefeye koyuyor oluşumdur yüksek ihtimalle. (O kadar da şuursuz değilim mesajı vermeye çalıştım burda)


Ya da bilmiyorum, belki de yazmak konusunda çok hırs yaptım bu aralar. Hoş, buna emin olursam hayatta ilk kez bir şey için hırs yaptığımı düşünüp kendime şaşacağım. Biraz da sevineceğim belki.

Virgül kullanmayı da arttırdım yine. Yazarken kullandığım virgül sayısı içtiğim sigara sayısıyla doğru orantılı artıyor sanırım.

20110722

Mutluluğa Kement Atalım

Aşağıdakini ciddiye almayacağınızı umuyorum. Hastayım, ona verin.

Ha, ismayl yeke olur, domuş olur, çeşitli şarkıcılar olursa okuyan, onlar ciddiye alabilir. Verebilirim sözleri.


el mutluluğa kement atalım.
Aşk azgın bir boğaysa
Biz de iki kovboy olalım.
Atla da atımın terkisine
aşk peşinde dört nala koşalım
Yetişemedik mi hala aşka?
Atın böğrüne mahmuz vuralım.

Aman ha, ıskalamayasın kementi
Geçenlerde biri ıskaladı da
Kaba etine boynuzu yedi.
Ben yapamam dersen
Sıkı sarıl belime, izle bi beni.

Once iki sallamalı kementi havada
Sonra hızlıca fırlatmalı boğanın boynuna
Geçincence boyundan düğümlü sicim
Sıkmalı kementi yavasca

Ama dikkat, acıtmayalım boğanın canını
Sıkboğaz edip de soğutmayalım aşkla arayı.

Gel aşka kement atalım,
Aşk bir boğaysa eğer
Onu hoyratça yaşayalım.

Rumuz: Romantik Serseri.

Lisa

Lisa, ne tatlısın.


Beren düşünce bile.




Elbisen de öyle.

20110721

Eşik

Aşman gereken eşikler vardır hayatın her yerinde. 

Eşikler kötüdür üstelik. Mesela basamaklar vardır, eşiklere benzeyen  ama aslında öyle olmayan. Onlara çıktığında kendini biraz yükseltmiş olursun çünkü.

Eşiklerse öyle değildir. Yükseltmezler seni, onlar yalnızca birer engeldir önünde. Eşiği aştığında aynı seviyede devam edersin yoluna, yüksekliğin değişmeden.

Ama,

Aşman gereken eşikler vardır hayatın her yerinde. 
 
Kimyasal bir tepkimede bile. Reaksiyonu başlatabilmek için gerekli bir enerji vardır, eşik enerjisi dedikleri. Aşamazsan başlatamazsın. Aşamazsan başaramazsın. Katalizör kullanılır bazen o yüzden, eşiği düşürüp aşmana yardımcı olan, sonra da tepkimeye girdiği gibi, değişmeden tepkimeden çıkan. 

Öğrenme kuramında da vardır mesela, öğrenmenin başlaması için aşılması gereken bir reaksiyon eşiği, biz bunun hiç farkında olmasak da. 

Kimi küçük kimi büyük olur eşiklerin. Görece. Kime göre olduğu kadar ne zaman, hangi durumda karşılaştığına göre de değişir eşiğin ne kadar büyük göründüğü. 

Benim şirkete girerken hiç farketmeden aşıp geçtiğim kapı eşiğine, onu ölmek üzereyken bulduğumda kedim, tek patisiyle bile yetişemiyordu. Şimdi getirsen iki saniyede önce eşiğe, ordan burnuma atlar. 

Sevme eşiği de vardır. 

Aklına düşen insanla zaman geçirirken bir eşiği geçtiğinde onu sevmeye başlarsın. Bazen bir öpücükle olur bu, bazen onun söylediği bir cümleyle. Sevmeni katalizörü de bunlardır bir bakıma. 

Birden sevmezsin tabi. Sevme sürecinin eşiğidir o. 

Unutma eşiği vardır bir de, birini, bir şeyi.

O eşikten sonra daha az aklına gelmeye başlar. Kahve içmeyi bırakırsan bir süre sonra unutursun tadının nasıl bir şey olduğunu. Uzun süre görmezsen bir insanı, bir yerden sonra daha az merak etmeye başlarsın neler yapıp ettiğini. 

Birden unutmazsın tabi. Unutma sürecinin eşiğidir o.

Ne kadar uzun , ne kadar yoğun yaşamış olduğun gibi parametrelere de bağlıdır unutma eşiğinin yüksekliği. On yıldır günde iki paket sigara içen bir insan; yeni başlamış, daha paket bile taşımayan insana göre daha zor aşar sigarayı unutma/bırakma  eşiğini. 

İrade de işin içindedir tabi. 

Kötü olansa, katalizörler pek etkili değildir unutma eşiğinin aşılmasında. Aksine, tepkimeyi daha da yavaşlatan, eşik enerjisini yükselten etkenler olur genelde ortamda. 

Kahve içerken mesela, aklına sigara düşüverir. 

Belki birini unutmak için başka birini alırsın hayatına katalizör niyetine, eşiği geçmene yardımcı olsun diye. 

Belki yardımcı olur da unutmana, ses çıkarmaz kendisine de ona baktığın gibi bakıyor olmana. 

Ama sen bir aştın mı o eşiği, artık katalizöre ihtiyacın kalmaz. Ayırırsın yollarınızı. 

 İşin kötüsü, katalizör bu tepkimeden girdiği gibi çıkamaz. Dağılır, eksilir, rengi bozulur.

Tozpembeyken önce, tepkimeden sonra katran karası olur.




Bunu bağlayabileceğim bir yer yok ama yazmak istedim. Bazen bir eşek  de bir eşiktir, aşman gereken. 

20110720

Amaçsızdır bu, çok da gereksizdir. Sahiden de.

Doğduğun gün, salı günüydü. Ben salı günlerini hiç sevmem, ama o güne bir istisna yapardım belki.

Belki de bayramlarını kutlamak için sokağa dökülen işçilerin bir kısmı yedikleri dayaktan sonra daha yeni yeni sarıyordu yaralarını, sen hayata gözlerini açtığında.

Doğduğun gün, tam da bir bahar günüydü.

Ankara'da 20 dereceydi mesela hava, az bulutlu. Tıpkı senin gibi, hep neşeli, ama her zaman da biraz bulutlu. Hiç kestirilemez bulutlarının ne zaman çoğalacağı, neşeli bahar yüzünün ne zaman düşüvereceği. Aniden daha bir bulutlanır gökyüzü, bırakır yağmuru bulutlardan toprağa, sen yaz günü doğmamış olsan da, bir yaz yağmuru misali. Ne zamanı geçtim, yüzünün neden düştüğü de kestirilemez zaten. Kestiren olur gerçi de, sana söyleyemez.

Doğduğun gün, Bakanlar Kurulu 185 öğretmeni 6-12 aylık stajlar için yurtdışına gönderme kararı almış bir de. İngiltere'ye, Fransa'ya, Almanya'ya, Amerika'ya. Belki de o yüzden gözün hep dışarı kaçmaktaydı senin. Belki de o yüzden öğretmen oldun, çok istemesen de. Neyse ki çoban olmamışsın. Çünkü aynı gün, Bigalı hayvan sahipleri çoban bulmakta zorlandıkları için el ilanları bastırıp çoban aramaya başlamışlar Çanakkale'de.

Dolar 806.72 Lira'ydı o gün. O zamanlar altı sıfırı da vardı Lira'nın, ortalarda pek görünmese de.

Bir kadın denizde boğulmuş olarak bulunmuştu, ailen senin doğumuna çok seviniyorken başka bir aile de kızlarının ölümüne üzülüyordu.

Aynı gün bir kedi öldu, Beyrut'ta, Fransa Büyükelçiliği'nin etrafına koruma amaçlı döşenen mayınların birinin üzerinden geçerek. Belki de o yüzden seviyorsun sen kedileri bu kadar. Belki de o ölen kedinin ruhu işledi senin içinde bir yerlere.

Sen doğduğunda bir ramazan günüydü. Ben o günleri az /çok hatırlarım, çünkü çocuk aklımla, ramazan bayramının başlangıcı demek, benim için dondurma yeme mevsiminin açılması demekti. Bilmezdim çocuk aklımla, hicri takvimin miladi takvime göre her yıl 11 gün sektiğini. Zaten hicri takvim nedir, onu da bilmezdim ki.


Yılın senin doğumuna denk gelen zamanları, benim için hep mutluluk demekti. Belki de sen doğdun diye, içten içe, hiç bilmesem de.

Sen doğduktan 23 yıl sonra, ben kimliğimi değiştirdim, doğduğum gün verilen kimliği saymazsak ikinci defa.

Sen "Oof, ne bahar, ne yaz, ne kış. Umrumda değil." diye doğdun eminim.

Ben o zamanlar çocuktum.

Sen o zamanlar bebek.

Ben şimdi bir adamım.

Sen hala bir bebek.


Doğduğun gün, salı günüydü.
Gittiğin gün, salı günüydü.


Ben salı günlerini hiç sevmem.



Şimdi başlığı okuyalım, bir kez daha. Çünkü sahiden de öyle.

20110719

Ankara'yı Severim Ben

Ankara'yı çocukluğumdan beri hep çok sevdim. Belki annem-babam da üniversiteyi Ankara'da okuduğundan.

Belki de "baban geceleri az sabahlamadı kapımda" diye anlatırken annem; babam anneme iletilmek üzere başkalarının eline tutuşturduğu mektupların itirafını yaparken, onların o zamanlar yaşadığı gençlik heyecanını sadece Ankara'da yaşayabileceğimi sanıyordum çocuk aklımla, içten içe.

O yüzden içimde bir heyecan oluşur hala, Bahçeli 1. caddede annemin öğrenciyken oturduğu evin önünden geçerken, babamın yıllar önce o caddede nasıl sabahladığını düşündükçe.

Çöp

X: Hacı, bizim apartmanda kırmızı bir Peugeot var mı?
B: Bilmem, noldu ki?
X: Az önce otoparka girmeye çalışıyordu da. Hoş bir hatun kullanıyordu, sarışın.
B: Oha, 13. kattan mı anladın kadının sarışın ve hoş olduğunu?
X: Yok, çöp birikmişti onları bırakmaya aşağı inmiştim.
B: Ha, o şekilde karşılaştıysanız kadın Ayşen Guruda değilse pek şansın yok zaten.
X: Ayşen Guruda ne alaka?
B: Çöpçüler Kralı.
Aklınıza 69'dan tavşan falan gelmesin, meme emmeye çalışıyor sadece.

20110718

Medeniyet dediğin, bir kedi, bir köpek.

Bu tespit benden önce milyonlarca kez yapılmıştır muhtemelen de, bir de ben yapayım. Bir de bir erkek olarak bu aralar kedi camiasına bu kadar takmış olmam beni de korkutmaya başladı, itiraf etmeden geçemeyeceğim. Tamam, seversin de bir yere kadar. Aman neyse.

Kedi olsun, köpek olsun, sokakta yaşayan hayvanlara ne kadar yaklaşabildiğiniz o ilde/semtte/mahallede yaşayan insanların medeniyet seviyesiyle direk doğru orantılı.

Medeni insanlar sokakta yaşayan hayvanlara da medeni davranıyor çünkü. Sevgi gösteriyor. Hayvanların kendini -en azından insanlara karşı- savunma içgüdüsü törpüleniyor bir şekilde, sevgi görecekleri varlıklar olarak algılıyorlar insanları.

Bizim apartmanın otoparkında ve bahçesinde mesela, hava ısındıkça kedileri daha çok görür oldum. Geçen yaz falan yoktu bir de bunlar, yeni yerleşmiş/komşu olmuşlar muhtemelen bize. Şahsen çok ilgilendiğim söylenemez onlarla. Biraz da apartman teyzelerimin bu kedilerin yemeklerini sularını eksik etmediklerini bilmenin rahatlığından. Yaz kış görebiliyorum bahçenin çeşitli yerlerinde mama/su kaplarını, onlar için yapıldığı belli olan minik barınakları.

Önceki hafta mı neydi, bir tanesi sıcakta serilmiş uyuyordu. Tam da benim park yerimde. "Bip" diye medenice uyarmaya çalıştım kendisini, pek oralı olmadı. Bir kez daha "bip" ledim, o zaman kafasını kaldırdı da bir baktı, "Ne istiyorsun" dercesine. Ama yine kıpırdamadı yerinden. Arabadan inip yanına gidince doğruldu ancak. O da gelip bacaklarıma sürtünmek için. Sonra anlaştık kendisiyle. Rica ettim, bir kaç metre ileri kaydırdı poposunu.

Geçen hafta da başka bir tanesiyle karşılaştım arabadan indikten sonra. Rufus'un ikizi gibiydi, öyle olunca daha bir tatlı geldi gözüme. Yanına gitmeye yeltendim, ama ben onun yanına gidemeden o geldi zaten yanıma. Sürtündü bacaklarıma. İki okşadım kafasını. Biraz sevdirdi, sonra sıkılıp gitti.

Neyse işte, Moda tarafına falan gittiğimde de görüyorum, her apartmanın önünde su kapları, mama kapları. Oradaki kediler/köpekler de gayet kendinden emin. Bazısı öyle yayılmışlar ki sokakta, geçmek için izin isteme ihtiyacı duyuyorsun. Sanırsın sokağın efendisi onlar. Aslında bir bakıma da doğru. Sokağın efendisi onlar.

Diğer taraftan, şirketimin bulunduğu semtte, teoride Ataşehir olan ama aslında Ümraniye sınırında bulunan mahallede kediler/köpekler insan görünce kaçacak yer arıyor. Köpekler yine üzerine yürümediğin sürece sakin de, kedinin kaçması için göz göze gelmen yetiyor neredeyse. Çünkü orada mahallenin çocukları köpeklerin boynuna çamaşır iği bağlayıp onları sürükleme, kedilerin kuyruklarını çekiştirip onları cırlatma peşinde.

O yüzden mesela, şirketin bahçesindeki anne/bebek ikilisinin anne tarafı bebeğinden daha ürkek. Yemek vermek amacıyla da olsa biraz yaklaşmaya çalışsam kaçıyor hemen. Bebek öyle değil, hayatı tam anlayamamış çünkü. O önce bir bakınıyor, annesinin kaçtığını görünce "vardır bir hikmeti" diyip kaçmaya başlıyor.

Toplumsal muhabbetleri kendi içimde yaparım genelde de. Bunu yazasım geldi. Bağlayamadım da zaten bir yere.


Bu, park yerimi işgal eden.



Bu, Rufus gibi olan



Bu cilveli kızımız




Bu da şirketteki minik ürkek

20110717

Bal

Bal rengiydi gözleri. Böyle nasıl desem, ela gibi değil, açık kahve de değil. Farklıydı, şimdiye kadar gördüklerim gibi değil.

Şekli de öyle, ne kocaman, ne küçük. Ne yuvarlak, ne çekik. Farklıydı, şimdiye kadar gördüklerim gibi değil.

Kirpiklerimin bir kadının kirpiklerine kıyasla bile uzun olduğu söylenir hep, ama onunkiler upuzundu. Şaşırıyordum her göz kırptığında nasıl da birbirlerine dolanıp kalmadıklarına. Üstelik rimel de kullanmıyordu.

Biraz dikkat edince kendimi görebiliyordum gözlerinde. Mecazen değil, fiziken. Siyah, minicik bir leke vardı sol göz bebeğinde, sanki yin yang gibi, "her iyinin içinde azıcık da olsa bir kötü vardır" der gibi.

Farklıydı gözleri, "Bir esmere de aşık olabilirim, tabi yeşil gözlüyse " tezimi, en iddialı tezlerimden birini çürütürcesine.




Aniden "Öyle değil mi ama?" diye sordu. İrkildim bir an, "Ne değil mi?" diye sordum ben de, mecburen.

"Anlatıyorum bir saattir, sen beni dinlemiyor musun?" diye sitem etti. Yok, dedim. Öyle değil aslında.

Bozuldu, onu hiç ciddiye almadığımı düşünerek. Oysa ki söyleyemezdim ki o an, "senin gözlerine dalmış gitmişim. Onları sevip orada kalmışım" diye.

Diyemezdim ki.

Hala diyemedim ki.

20110716

Tatlı olmuş

Zamanında "Sen şarkı söylesen, ben de dinlesem" demiştim bir kadına. Öyle şahane bir sesi olduğundan da değil, içimden geldiği için. Bazen sevdiğinin herşeyi güzel gelir ya sana, onun için.

Şimdiye kadar hiç farketmemiştim de; Daha yeni, Nazım'ın şu şiiriyle azıcık da olsa bağ kurdum o cümleyle. Sanki ona cevapmış gibi.

Tatlı olmuş.

20110714

Bizim Değil. Bize Değil

Bundan sonra şöyle yapalım.

Birbirimizi unutalım. Biri sana benden
Başkası bana senden bahsederse Birbirimizi hiç tanımamış gibi yapalım.
Olur da bir gün yolda karşılaşırsak selamlaşmayalım.
Sen vitrin bakıyormuş gibi yap 
Ben telefonla konuşur gibi.
Sırtın dönükken geçip gideyim yanından.
Ne ben sana bakayım göz ucuyla
Ne de sen bak
Benim vitrindeki yansımama
Ben seni düşürmeyeyim aklıma
Bir başkası sakallarımı okşadığında
Sen gülümseme
Sakarlıklarımı hatırladığında.
Beraber çektirdiğimiz fotoğraflara rastlarsak eğer
Senin gözlerin parlamasın
Benim içim burulmasın
Benim yolum otobüs terminaline düşerse
Seni karşılamak için
Senin İstanbul yolculukların
Bana kavuşmak için olmasın

Sen ben ölmüşüm gibi davran
Ben sen hiç doğmamışsın gibi davranayım.

Bu kadar kolaysa öyle yapalım
Madem olmuyor
Öyle yapalım.

20110710

Anahtar

- Evdesin di mi, anahtar almıyorum ona göre.
- Manyak mısın, alsana anahtarını.

Bu diyalog Soner'in evden kısa süreli çıkışlarının tamamında yaşanıyor.

Sanki aileyiz de, geldiğinde kapıyı açıp "hoşgeldin oğluşum" diyerek yanaklarından öpeceğim.

Kavrayamadı hala ev arkadaşlığı müessesini. Onu geçtim odamdayken kapıyı duymadığımı, her an uyuma potansiyelim olduğunu.



Yerleri yeni sildim Soner. Dışarda çıkar ayakkabılarını.

20110709

Annem, yazık.

A: Baban "Devril" komutunu öğretti, duyunca boğuşmaya hazırlanıyor.
B: Biliyorum anne, sen de öp kelimesini öğrettin, duyunca gelip öpüyor di mi?
A: Aaa onu da mı söyledim ben sana? Bak şimdi de ondan konuştuğumuzu anladı bana bakıyor.
B: Annecim, siz sokak kedilerini falan boşverin, Rufus yetiyor size sahiden. Korkuyorum.
A: Sen bana diyorsun da, baban da benimle aynı şeyleri düşünüyor.
B: Tamam tatlım hadi görüşürüz. Rufus'a da "Buro'nun selamı var" de, o anlar zaten.
A: Anlar di mi?
B: Anne, kapat hadi.

Hiç

Bir trene binmiştir sanki. Sen de gara gitmişsindir onu yolcu etmeye. Aslında gitsin istemiyorsundur, yolcu etmek istemiyorsundur da, son anda yetişmişsindir kalkmak üzere olan trene. Tek seçenek yolcu etmek kalmıştır.

Dedim ya, son anda yetişmişsindir. O trene binmeden önce ona sarılıp onunla vedalaşma şansını zaten kaybetmişsindir. Zaten emin de değilsindir, öyle bir şansın olsa da onun böyle bir vedayı isteyip istemeyeceğinden.

Avcunu açıp elini vagonun camına koyarsın. O da koyar, tam da aynı hizaya. İkiniz de bilirsiniz aslında, dokunmak değildir bu. El ele tutuşmak değildir. Dokunuyor olmanın hayalidir sadece. Göz gözeyken dokunamıyor olmak ne kadar acıdır, o zaman anlarsınız.

Sanki mapus damında ziyarete gelen sevdiğin gibidir.

Görürsün, konuşursun.

Ama

Dokunamazsın, hissedemezsin.

Gözlerinden akan yaşları görürsün de silemezsin.


Sonra bir düdük duyulur. Tren hareket etmeye başlar, o kendine özgü ağır aksak ritmiyle.


Yürümeye başlarsın trenin yanında, avuç içleriniz hala vagonun camında.

Hızlanır tren biraz. Sen de adımlarını hızlandır, rahvan giderken koşmaya başlar, bir taraftan da avuç içini camdan ayırmamaya çalışırsın.

Daha da hızlanır tren. Sen de hızlanırsın, katran dolu akciğerlerini zorlayıp, nefes nefese.

O tutar avcunun içini hala camda, ona giren çıkan yoktur çünkü. Sen trene yetişmek için çabalarken, trenin hızı sıfırdır ona göre, fiziğin görecelik yasasına göre.

Tren hızlandıkça sen zorlanırsın.

Tökezlersin bir yerden sonra.

Yere kapaklanır, düşersin.



Herkes sana bakıyordur, ama senin umrunda değildir.

Dizlerin parçalanmıştır, az önce cama dokunan avcun kanamıştır. Umrunda değildir.

Toparlanıp tekrar koşmaya yeltenirsin önce. Avcunun içinden kayıp gitmesin diye.



Sonra farkedersin, trenin arkasından bakarken.


O zaten o vagona bindiğinde kayıp gitmiştir avcundan. Senin avcunu cama koyduğun andan itibaren hissettiklerin hep olsun istediklerin, kafanda kurduklarındır sadece.



Kalakalırsın trenin ardından bakarken gözünde iki damla yaşla.

Bu da onun umrunda değildir.



Sigara bile kesmez artık o an seni.

Çekersin lokomotifin dumanını içine sigara niyetine.


Ona değil de; bileti kesen gişe memuruna, düdüğü çalan hareket amirine, treni yürüten makiniste, bileti kontrol eden kondüktöre söver, rahatlarsın sonra.

Onunsa hiç umrunda değildir.

20110708

Adak

Geçenlerde yine gözüme çarpmıştı "Adaklık Kurban Bulunur" tabelalarından biri. Hani daha çok

ADAKLIK KU
RBAN BLNUR

tarzından yazılanlardan.

O aralar aklımda bir şeyler vardı, ulan dedim, ben de bir adak adayayım.

500 liralık kedi maması geldi aklıma adak olarak ilk.

Baktım hala olmadı, 500 lira da fakirlere dağıtayım diye bir ek yaptım.

Onda da olmadı. Bir de kurban keseyim, belki eksiğim odur diye düşündüm.

Yine olmadı.


Sonra kendi kendime dedim, ulan her şeye de karşılık bekleme diye.

Şimdi paşa paşa ödeyeceğim adaklarımı.

Taksit taksit.

Hep

2:47

20110707

Bütün suç kahvenin

Aslında bir çoğumuzun doğumunun sebebi/sorumlusu karşılıklı içilen birer kahve kesinlikle.

Malum, toplum şartları gereği evlilik sonrası doğan insanlarız bir çoğumuz. 

Evliliğe ister görücü usulüyle, ister tanışıp aşk yaşanarak karar verilmiş olsun, yine toplum adetleri gereği gerçekleşen "kız isteme" ritüelinin kilit noktalarından biridir kahve faslı. Kahve olmadan hayatta olmaz o iş.  Hatta damat şanssızdır o konuda, genelde tuzlu içer kahvesini. 

Gerçi ben denedim, (evlenme niyetinden değil, sırf merakımdan) tuzu çok abartmadıkça pek hissedilmiyor/rahatsız etmiyor kahvenin içinde. Fincanda hacmen %10 civarı tuz olmalı ki rahatsız etsin. Karşınızdaki kadın da o kadar insafsızsa zaten bir daha düşünün siz. 

Bu arada ek bilgi, kolada da belli bi orana kadar hissedilmiyor tuz, onu da denedim. Ayran, tuz ve suyu ayrı ayrı yiyip/içip midesinde ayran yapmak için zıplayan insanın böyle deneyler yapması doğal bence. 

Neyse. Devir değiştikçe kadın/erkek tanışma şekilleri de değişip çeşitlendi. İnternetten bildiğin biriyle yüzyüze görüşmek garipti mesela eskiden, ama artık çok normal. Sözlük zirveleri, forum toplantıları, birebir randevular. Amacın iyi ya da kötü, ne olursa olsun bunlar da birer opsiyon artık yeni insanlar tanımak için. 

Kahvenin burda da kritik bir rolü var. Geneli bilmem ama kendi açımdan baktığımda şimdiye kadar bir kez olsun şaşmayan şey: 

Kahve=flört belirtisi

Birbiyle zaten bir şekilde tanışmış ama çok samimi olmayan; ya da henüz yüzyüze tanışmamış iki insandan biri görüşmek için "birer kahve içeriz" teklifinde bulunuyorsa bilirim ki (kendim bulunduysam da kendimden emin olurum) teklif sahibi kişinin ilgisi/beklentisi arkadaşlıktan biraz farklıdır. Şimdiye kadar hep öyle oldu en azından, hali hazırda tanıdığım insanlarda da, yeni tanıştıklarımda da; son ilişkimde de, ondan önceki maceralarımda falan da. (lan şimdi bunu yazdık ya kimse kahveye davet etmez beni bunun içi fesat diye, neyse)

Ama sadece kahve teklifinde geçerli bu. Çay öyle değil mesela. "birer çay içelim" diyen insan kanka hissi uyandırır bende. Söyleyiş tarzına göre anane hissi bile uyandırabilir hatta. 

Ya da ne bileyim bir kadın bana "gel birerbuçuk adana yiyelim" teklifiyle gelse hiç o tarafa çekmem bu teklifi. Hatta "sağol, annem 'dünden kalan musakka var dolapta, ısıtıp yersin' diye not bırakmış onu yiycem ben" diye bahane uydurur görüşmem o insanla. 

Musakka sevmem bu arada.  

Bunları geçtim, "gel karşılıklı dondurmalarımızı yalayalım, kavun üstü dondurma yiyelim" falan gibi davetkar teklifler bile kahve teklifi kadar belli etmez bana birşeyleri. (burda abartmış olabilirim)

Sözün özü, eskiden (aslında hala) evlilik niyetinin resmiyete döküldüğü ilk anlardan olan kız istemede kilit rolü olan kahvenin şimdi de tanışmalarda, sevişmelerde, aşklarda kilit rolü var. 

Bir çoğumuzun doğumunda bir fincan kahvenin parmağı var. Bundan sonra doğacaklarda da olacak. 

İster espresso olsun (double olursa daha etkili hatta), ister türk kahvesi, ister mocha. 

Şoför

Mayıs'tan kalmış bu. Hoşuma gitti okuyunca, bir zamanların masum bir serzenişi gibi. Artık serzeniş, şikayet falan değil aslında.


Keşke araba kullanmayı öğretmeye devam etseydim sana. En azından bir süre daha.

Belki o zaman, beraberken, bilmem kaç kilometre hızla ilerlerken pat diye geri vitese takmazdın.

En azından önce bi durur, sonra geriye takardın.

Durmayı bırak, debriyaja bile basmadın sen vites değiştirirken.

Dağıttın lan duygusal şanzımanımı.




Debriyaj soldaki bu arada.

20110704

One -to- Love

Beni tanıyanların gayet iyi bildiği üzere bazı konularda arkamdan itekleyen biri olmazsa dünyanın en öteleyici insanlarından biri olabiliyorum. Hele konu uçak/otobüs yolculuğu, konser/aktivite gibi katılımı bilet gerektiren olaylarsa bu "hallederiz" hissiyatım doruğa çıkıyor. 

Sanırım bilet kelimesinin ekstra bir rahatlama, bir üşengeçlik gibi yan etkileri var bünyemde, onu henüz çözemedim.

Neyse ki çoğu zaman bir problem yaşamadım bu huyum sebebiyle. Ama bu aşırı sakinlik durumunun katılmayı çok istediğim bazı etkinliklere katılmamı engellediği, beni gişe görevlisi arkadaşlara neredeyse yalvarttığı zamanlar da oldu tabi.

Hele bir de etkinlik arkadaşlarımdan biri bu konulara yaklaşımı benden farklı olmayan Güven'se bu rahatlık (ve haliyle problem yaşama olasılığımız) bir kat daha artıyor. Bilmiyorum artık bu huy yirmi yılda hangimizden hangimize bulaştı. 

Nitekim dün de malum festival için benzer bir problem yaşadık. Gitmeye önceden karar vermiş olmamıza rağmen birbirimize verdiğimiz "alırız hacı" telkinleri gayet etkili oldu ve bilet alma işi son ana, kapıdaki gişelere kaldı. 

Etkinlik alanına gelip "Kapı açılışı üzerinden üç saat geçmiş, çok sıra yoktur" diye sallana sallana yürürken gişeler önünde kıvrıla kıvrıla metrelerce uzayan kuyrukla karşılaşmak bünyelerimize küçük birer şok yaşattı tabi. 

Kuyruk öylesine uzun ve kıvrımlıydı ki kalabalığın kuşbakışı bir fotoğrafını çekip Nokia 3210 ekranında açsam "Aaa yılan oyununu bitirmişsin!" diyip bana bir kat daha fazla hayran olurdu görenler. 

O kuyruğu gördükten sonra beraber gittiğimiz ancak biletlerini önceden tedarik eden iki arkadaş bize hayatmızın kalan kısmında başarılar dileyerek yollarına devam etme kararı aldılar ki o iki arkadaştan biri Güven'in ablası. Bildiğin öz ablası. "Bu devirde bilet yüzünden kim bilir kaç aile dağılıyordur arkadaş. Kumardan daha büyük illet vallahi bu bilet olayı" diye geçti aklımdan o an ama kader ortağım Güven'e söylemedim tabi  bunu. Aynı yola baş koyduğum dava arkadaşımın bu maceraya moralsiz başlamasını istemezdim sonuçta. 

Neyse, kurtuluş yok diyip sıcağın altında eklendik biz de yılanın sonuna, çıngırağın son iki halkası misali.  Kendimizi duruma alıştırmaya, o kuyrukta kaç dakika geçirip zaten başladığını duyduğumuz konserin ne kadarını kaçıracağımızı kestirmeye çalışarak sağa sola bakınırken bir adam geldi yanımıza ki söylediklerinden sonra ak sakallı Gandalf'a dönüştü benim gözümde:

"GELİN, BU KUYRUKTA BEKLENİR Mİ!"

Biz mi sıcaktan çok bezmiştik, yoksa Gandalf bize "Charm Biletsiz" büyüsü mü yapmıştı artık bilmiyorum,  "nereye?" diye bile sormadan düştük biz de ak Gandalf'ın peşine. O önde, biz arkada giderken öyle kaptırmıştım ki  "hah, birazdan Khazad-dum köprüsünden de geçeriz" diye kendimi hazırlamış, şahin gözlerimi kısarak etrafı kesmeye başlamıştım Legolas misali. 

Uzatmayayım, biraz dolanbaçlı yollardan da olsa (davetiye vasıtasıyla diyelim) kazasız belasız girdik içeri o kuyruğu beklemeden; ben ve yol arkadaşım, yüzük kardeşim. 

Şimdi ikilem içerisindeyim, bundan sonraki etkinlikler için biletimi önceden tedarik etmek mi, yoksa maceralar eşliğinde hayal dünyamı genişletmek mi. 

Bunu sonra düşüneceğim. Şimdi adamantin chain mail'imi çıkarıp biraz dinlenmem gerek.

20110701

Tabiri Popo

Sabah ilkokulda beri tanıdığım, ortaokul, lise ve üniversite boyunca nadiren ayrıldığımız bir arkadaşım aradı. Okuldan sonra evlendi, kocasının memleketine yerleşti o. Muhtemelen ikimiz de yeterince inatçı olduğumuzdan ve bir yerden sonra "arayacaksa o arasın" diye düşünmeye başladığımızdan yaklaşık iki yıldır telefonda bile görüşmüyorduk. Geçen yıl ikiz bebekleri oldu, o zaman bile aramadım bazen ne kadar sığır bir adam olabiliyorsam.

"Rüyamda seni gördüm olm" dedi. Hayırdır dedim, gündüz gözüyle anlat. "gündüz zaten, salak" dedi. Olsun adettendir. Adetlerimize bağlıyım ben" dedim.

"Rüyamda yüzük vardı parmağında. Sen en son fotoğrafa falan sarmıştın ya, yanındaki de böyle sanatçı ruhlu biriydi. Dövme falan yapıyormuş hatta. Var mı öyle bir şey" diye anlatıp sordu.

Yok tatlim, ben aynen devam.

Senin popon açıkta kalmış.

Eos 450p

İki üç gün önce bahsettiğim pinhole girişimim ne yazık ki başarısızlıkla sonuçlandı. İşin arasında yardır yardır gidip verdiğim filmi almak için fotoğrafçıya tekrar gittiğimde "boş çıktı abi" cevabını aldım. Alır almaz da boynum büküldü, hevesim kırıldı. Fotoğrafçıya iki göz süzüp çıktım. 

Eve geldiğimdeyse aslında başarısız olmadığımı farkettim filmleri incelerken. Karelerin çoğu boştu tamam ama bir kaç tanesi pozlanmıştı. Bir kaç karede görebiliyordum bana poz veren ütümü (evet o an sıcak bi dokunuşa ihtiyacım vardı ve evde bunu tek sağlayabilecek varlık ütüydü). Fotoğrafçı ya bakmamıştı bile pozların tamamına, ya da muhtemelen soluk benizli ve eciş bücüş görünen ütüyü bir şeye benzetememişti. "sen anca biyometrik vesikalık çek" diye geçirdim içimden. Ama götürüp o pozları adamın gözüne dürtmeye üşendim. 

Sonra "Bu iş analogda oluyorsa dijitalde neden olmasın?" gibi dahiyane bi fikir geldi aklıma. Bu da zaten uygulananmbir yöntemdir kesin ama zaten bulunmuş şeyleri tekrar keşfetmekte, söylenmiş  sözleri tekrar söylemekte üzerime yoktur. Makinemin koruyucu kapağını feda ederek üzerınde minik bir delik açtım ve başladım yardırmaya. Bu pek el emeği sayılmaz gerçi ama en azından sınırsız deneme/yanılma şansı var elimde. Fena da olmadı sonuçlar. Biraz geliştirme ve daha iyi ışık/pozlamayla daha başarılı pozlar da çıkacak sanki.

Üstelik sütyene de gerek kalmadan!

Akşama paylaşırım sonuçları.