20131011

Renklerin İçinde

Sene 2000, aylardan Nisan, ben yine aşığım. Olgunlar'dan yukarı yürürken de bu çalıyor kulaklarımda.

Sene 2012 oldu, (13 değil, anca yazabilmişim) alakasız bir şekilde tekrar kesişmişiz aynı insanla. Bir garip.

Dünya küçük demeyeceğim.

20130918

Buralardayım blog, meraklanma.



Öperim.

20130819

Yara

Cuma sabahı evden çıkarken Üzüm'ün göbeğinde ufak bir yara olduğunu farkettim. Akşam eve geldim, tam Üzüm'ü toparlayıp veterinere götürmek üzereydim ki "kedi götünü görmüş yara zannetmiş" cümlesi geldi aklıma.

Lan, dedim, "Bu aralar çok fazla kediye maruz kalmaktan sebep kedi gibi düşünmeye başlamış olmayayım iyice".

Bir de söz konusu veteriner-kedi ikilisi olunca Erdem'in rahmetli Punto için veterinerle gerçekleştirdiği

- Dişi değil mi Punto?
- Yok, erkek
- E ama memeleri var?
- E sizin memeleriniz yok mu?

diyaloğundan sonra daha hassaslaştım sanırım. İşin ucunda veterine tekrar eğlence malzemesi olmak var sonuçta.

Üç kez daha kontrol ettim yaranın gerçekten yara olduğuna emin olabilmek için. Gerçekten yara olduğuna emin olunca gittik Üzüm Sultan ile.

20130422

imp


Cuma gecesinin bir vakti Erdem'in gelip "Abi işyerinin orada bir kokoreççi buldum, şahane" dediğinden olacak, cumartesi sabahı gözlerimi "kokoreç" diye açtım. Beslenmeme sabah sabah kokoreç yemenin pek hoş olmayacağını bilecek kadar özen gösteren bir insan olarak bu hevesimi erteledim tabii, günün büyük bölümünü "kokoreç" diye sayıklayarak.

Öyle öyle akşamı ettim. Kendime yandaş bulamadığım için tek başıma çıktım dışarı. Beslenmeme olduğu kadar günde en az bilmem kaç dakika yürümeye de özen gösterdiğim için üşenmedim, sahildeki kokoreççiye kadar yürümeye başladım. Tabii sahilde park yeri aramaya üşenmemin de yürümeye üşenmememe yardımcı olduğunu itiraf etmeliyim. Gittim, kokoreçimi yedim tosunlar gibi. Eve dönerken yürüdüğüm onca yolu belgeleyip ileride torunlarıma gururla göstermek için telefonda yüklü olan "kaç dakikada ne kadar yürüdün de kaç kalori yaktın haberin var mı" uygulamasını çalıştırmak geldi aklıma. Düşünce özgürlüğüme olan saygım dolayısıyla çalıştırdım ben de uygulamayı ve hevesli hevesli eve yürümeye başladım.

Eve gelip sonuç ekranına baktığımdaysa moralim alt üst oldu. Prenses başka bir kalede olsa bu kadar üzülmezdim, öyle diyeyim. Dünya çevresinde 3 tur atacak kadar yürümüştüm ama yalnızca 0.98 kilometre yürümüş görünüyordum. Bir kilometre bile değil lan, bilsem apartman çevresinde iki bir tur atardım da bir kilometreye tamamlardım.

"Neyse ki imperyal sistem kullanmıyoruz" diye düşündüm sonra. O zaman 0.6 mil falan yürümüş olacaktım mesela, daha da üzülecektim. Kütlem de mesela 76 kilogram değil de 167 pound olacaktı. Moralim daha da bozulacaktı.

Sonra düşündüm ve bunun kapitalist Amerika'nın kendi halkına oynadığı bir oyunu olduğunu anladım. Bu sistemi kullanıyorlardı ki halkları kendilerini daha ağır hissetsin, zayıflamaya daha çok çabalasın. Yürüdükleri mesafeler gözlerine daha az görünsün de daha çok yürümeye çalışsınlar falan. Sonuçta aralarından 1 pound pamuk mu ağırdır yoksa 0,45 kilo demir mi diye düşünen çok az insan çıkacaktı.

Daha hızlı çalışmak için ben de mi imperyal sisteme geçsem.


20130416

Overlok Makinası Ayağınıza Geldi

Bazen kulağıma tatlı tatlı fısıldayıp sabahları beni uykumdan uyandıran sevdiceğin, bazen de yalnızlığımda çıkagelen bir dostun sesi gibiydi benim için, "overlok makinası ayağınıza geldiği" diyen kadının sesi.

Her duyduğumda "belki bu kez görürüm" umuduyla cama çıkardım. Ama utangaçtı, hep arabanın içinde saklanırdı. Ne kendisini görebilirdim, ne de hünerlerini sergilediği o overlok makinasını. Çok da çekingendi. Her geçişi ya arka sokaktan olurdu ya da yan sokaktan. Hiç bizim sokaktan geçtiği olmazdı. Ama bir taraftan da bana çok bağlıydı. Onun sesini ilk duyduğumdan beri 2 şehir değiştirdim, ikisinde de peşimden geldi o kadife sesiyle.

Çok merak ediyordum ama ben de çekiniyordum içten içe. Karşısına çıkmaktan korkuyordum. Hem nasıl çıkacaktım ki, sesini duyduğuktan sonra ben aşağı inene kadar zaten gitmiş olurdu. Camdan bağırsam durdurmak için, "overlokçuuu, bi dakika" mı diyecektim. Sesimi duyunca kaçardı belki de ürkek bir ceylan gibi. Kaçmadı diyelim, arabanın şoförü "sen overloklukları sepetle sarkıt, beş dakikada yapalım" diyebilirdi ve ben yine göremezdim o sesin sahibini. Ama bu utangaçlığının bir sebebi olmalıydı.

Günlerce bunu düşündükten sonra acı gerçeği farkettim. O sesin sahibi, ürkek ceylanım, şoförün tutsağıydı. O da karşıma çıkmak istiyordu da onun emeğinden ekmek yiyen şoförün gazabından korkuyordu. Ama korkmamalıydı, kurtaracaktım ben onu.

Ama nasıl? Napardım da bir şekilde karşısına çıkardım?

En son bir plan yaptım. Mahallemizin odamın duvarını tamamen kaplayacak büyüklükte bir haritasını yaptırıp duvara astım ve iki ay boyunca ürkek ceylanımın sesini her duyduğumda o an bulunduğu yeri harita üzerinde işaretleyip saati de kenarına not ettim. Filmlerde seri katilleri bile böyle yakalıyorlardı, ben ceylanımı mı yakalayamayacaktım? Elde ettiğim verileri bilgisayarıma yükleyip bir simülasyon oluşturunca overlok mafyasının rotasını tam olarak saptadım. Rotaya göre çarşamba günü saatler 16:15'i gösterdiğinde arka sokaktan geçecekti. Ama o gün cumaydı. Ceylanımı kurtarmama daha beş koca gün vardı. Benim için geçmesi çok zor bir zamandı ama bu dezavantajımı da lehime çevirmeye karar verdim. Mahallenin haritasını ve mafyanın rotasını kendime göre şifreleyip vücuduma dövme olarak yaptırdım. Olur da aşağı sokakta yakalayamazsam rotayı takip edip yetişecektim şoföre. Kalan zamanımda da bu görevim sırasında ihtiyacım olabilecek ekipmanları tamamladım. Tepesinde pusula olan bir rambo bıçağı, mavi ışık versin diye bir mavi ışık, ceylanımın hapsolduğu arabayı durdurmam gerekirse diye bir kement falan edindim. Kusursuz işleyeceğinden emin olmak için her gece uyumadan planımı en ufak ayrıntısına kadar gözden geçirdim.

Salı gecesi gözüme uyku girmedi. Bir yandan önümdeki zorlu operasyonun heyecanı nabzımı arttırıyor, diğer taraftan ceylanıma kavuştuğumda yaşayacağımız saadet kalbimde kelebekler kanat çırpıyormuşçasına ürpertiyordu içimi. O düşüncelerle sızdığımda saat sabahın beşi falan olmalıydı.


Çarşamba sabahı ise vakit gelip çatmıştı. Uyanır uyanmaz hazırlıklarıma başladım. Şoförün dikkatini çekmemek için üzerime overlok yapılması gereken birşeyler giydim, boynuma ekipmanlarımı gizlemesi için pelerin niyetine uçları pülçük pülçük olmuş bir kilim bağladım. Ekipmanlarımı kuşandım ve artık hazırdım. Sokağın en tenha köşesinde şoförün geçişini beklemeye başladım. Rotadan emin olmak için düvme olarak vücuduma işlettiğim haritaya bakmak geldi aklıma ama salak dövmeci rotanın en kritik kısmını sırtıma işlediğinden bu amacımı gerçekleştirmek için hamama gidip tellaktan tarif almam falan gerekirdi. Artık bunun için çok geçti. Neyseydi, ceylanımın sesi uzaktan duyulmaya başlamıştı bile. Sesinin binalardan yankılanışını dinleyip bana ne kadar uzakta olduğunu anlayabiliyordum. Giderek yaklaşıyordu. Son metrelerde heyecanım o kadar artmıştı ki kalp atışlarımın sesiyle ceylanımın sesi birbirine girmişti. Ama heyecanımı, şelale olmuş akan duygularımı sonraya saklamalıydım. Soğuk kanlı olmalıydım.

Overlok makinası giderek ayağıma geliyordu. Artık beş dakika değil, beş saniyeden de az zaman kalmıştı. Mükemmel bir zamanlamayla kendimi arabanın önüne atıp camına yapıştım. Beni bir anda karşısında gören şoför napacağını şaşırmıştı. Anlaşılan o ki kamuflajım ve pelerinim işe yaramış, sürekli overlok yapılması gereken şeyler gördüğünden bana hiç dikkat etmemişti. Mesleki deformasyon belki de onun sonu olacaktı. İlk şoku atlattıktan sonra silecekleriyle beni camdan savurmaya çalıştı ama beni silkeleyemiyordu. Saatte 160 kilometreyle giden arabanın camına yapışmış sivrisinek gibi inatçıydım o an. Sivriden farkımsa yaşıyor olmamdı.

Sonunda pes etti ve durdu şoför. Arabadan indiğinde elinde levye vardı ancak pelerinimin altından kementimi gösterince bir an tereddüt etti. Ne istediğimi sorduğunda büyük bir kararlılıkla söyledim, arabaya hapsettiği yavru ceylanımı istediğimi.

O an kahkaha atmaya başladı şoför. Ağzından dünyamı yıkacak birkaç söz döküldü. Ben olduğum yerde dizlerimin üzerine çöktüm, yığıldım kaldım. Neredeyse bilincim yerinde değildi. Şoförse bu fırsatı değerlendirip bastı gitti arkasında dumandan oluşan bir bulut bırakarak. Galiba egzoz muayenesini yaptırmamıştı, yoksa bu kadar duman çıkamazdı. Mavi dumana bakılırsa motor da yağ yakıyordu. Plakasını alıp trafiğe şikayet etmek aklıma geldiğindeyse çoktan uzaklaşmıştı.

Bu şoku atlatıp yaralarımı sarmam birkaç haftamı aldı. Bu süre içinde yine boş durmadım. Arka Sokaklar dizisinin cinayetten gaspa, adam kaçırmadan organize suçlara kadar her konuda uzman ekibinin sürekli bilgisayar başında oturup her şeyi bulan üyesine ulaşıp derdimi anlattım ve yardım istedim. Kendisi azmimden o kadar etkilendi ki bana İstanbul'daki tüm overlok makinesi taşıyan arabaların plakalarını ve en son görüldükleri konumları vermeyi kabul etti.

Bütün arabaları tek tek yakalayıp ürkek ceylanımı bulacaktım. Ve planladığım gibi tüm arabaları tek tek buldum.

Ama overlok mafyası o kadar iyi örgütlenmişti ki. Sanki lunaparkın aynalarla dolu odasında biten polisiye kovalamaca sahnesinde gibi hissediyordum kendimi. Birbirinin aynı arabalardan ceylanımın sesi geliyordu ama ceylanım hangisinde bulamıyordum. Her durdurduğum arabada şoförün kahkalarla söylediği cümle ilk şoförün söylediğiyle aynıydı:

- Sorry Buro, yavru ceylan is in another castle.



Sonra uyandım.

20130409

Ağlama Melis

Bir müzisyen hakkında yazacağım da hiç aklıma gelmezdi ama bugün yolda aklıma geldi. Yazacağım gelmedi, yazacaklarım geldi.

Memleket sınırları içinde çoğu aynı çeşitler içinde sıkışmış olmakla birlikte çeşit çeşit kadın şarkıcı/müzisyen var görebildiğim kadarıyla.

Şarkı söylerken aynı anda hem eski sevgilisine nispet yapıp hem de moda danışmanlığı yaparak insanlara hangi rengin çok yakıştığını söyleyecek kadar marifetliler var ki aynı anda üç işi yapabiliyor olmaları takdir edilirken eski sevgililerinin kendilerini ne kadar tınladığı ve renk tavsiyelerine uyup uymadıkları tartışılır. "Nispet yaparken ölecek" diyorum ben bunlara içimden.

Bunun bir versiyonu da nispet yapan ancak içindeki maço kadını yansıtmaktan da pek çekinmeyenler. Öyle ki "Bebek'te tur atarken eski sevgilisini yeni sevgilisiyle görse saç baş girişir" diye düşünür insan. Şarkı söylerken atar/gider yapıp elindeki mikrofonu kafanda paralayabilir pekala.

Bazıları var ki en neşeli şarkıları bile ağlak. Sanırsın sürekli sıla hasreti çekiyor da yaşadığı depresyon yüzünden her şarkısında yeni bir imajla ortaya çıkıyor. Yolda görsem dayanamaz "kim üzdü seni bacım, sana yamuk yapandan hesabını sorarız" derim dayanamayıp.

Bir de rock yapanlar var tabii. Tam da popülere daha yakın bir tarzla piyasaya çıktığı sırada rock patlayıverince "dur lan, bu iş daha iyi" diye rock müziğe dönüp aslını unuttuğunu düşündüğüm bir grup şarkıcı var mesela. Sonra "madem rock yapıyorum, hem ürkünç hem çılgın olayım" diye türlü hallere girip duvaksız voodoo gelinine sesiyle iğne batıranları var. Hem gotik hem sevimli olmaya çalışan bir tür de vardı bir ara da neyse ki can kırıklarıyla beraber süpürdüler galiba onları halının altına, pek görünmüyorlar artık.

Neyse işte, çok yakın bir müzik takipçisi değilim ama bir süredir gördüğüm hem kendini hem de müziğini aklı başında tutmayı en iyi beceren insan Melis Danişmend galiba. Belki Yasemin Mori olur ona yakın.

Adam gibi dinlemişliğim de yok hala kendisini, ilk şu cover'ı bulduğumda dinlemiş, ilk dinlediğimde de hiç sevmemiştim yorumu. Sonraları sevdim, dinleyip alıştıkça. En azından bana görünen, kadın hanım hanımcık, müziğini yapıp şarkısını söylüyor. Şarkısında sitemlerini de nezihçe yapıyor, gidip masayla arkadaşlık ediyor.

Yaptıklarının güzelliğini duyurmak için pek tepinmiyor. Sahnede eğleniyor olmalı ki ben videolarını (Misal, Misal) izlerken bile eğleniyorum kendi çapımda. Blogunu (blogger üstelik, tumblr falan da değil) yazıp derdini anlatıyor. Telefonunu kaybedince "acaba onsuz ne kadar yaşarım" diye denemelerde bulunuyor falan. Saf bir adam olarak fazla büyütmüş de olabilirim gerçi.


İki Gündür de son klip şarkısını izleyip/dinleyip duruyorum. "Ankara'ya yola çıksam da 3 saat boyu dinlesem" diyorum.


Videoda Gülşah Erol da olsa daha iyi olurmuş gerçi. Malum, yaylı çalgılar.

20130408

Yazdımdı Gerçi

Emrah Serbes'i Behzat ç. için bile kıskanmıyorum da şu cümlesini okudukça kıskanıyorum:

"Seni sevmeyen birini sarhoşken arayamazsın. Seni sevmeyen birini gece yarısından sonra arayamazsın. Seni sevmeyen birini öğleden sonra bile arayamazsın. Belki akşamüstü mesaj çekersin."


Yazdımdı gerçi.





Korkmayın lan aşık falan değilim.

20130406

İnceciksin Sanırsın

Bu bağlantıyı daha önce de kurmuş olabilirim. Hatta yazarken zaten kurmuş olabilililirim.

20130325

Sorry, Buro

Bir ay kadar önce başladığım yeni işim sebebiyle artık makul aralıklarla tıraş olmam gerekiyor. Aslına bakarsan yıllardır yaptığım gibi hiç tam anlamıyla tıraş olmayıp sakallarımı çeşitli uzunluklarda tutmak bence gayet makul, ancak kapitalist düzen bu konuda benimle hemfikir değil ne yazık ki. Öyle olunca ilk iki hafta haftada dört günle başlayan tıraş olma serüvenimi haftada iki günde dengeleyerek derdi kendimce enazladım. (minimize ettim demek istiyorum, okulda aldığımız ders için Türkçe kaynaklara da başvurmamız gerektiğinde bu terim nasıl sinirimi bozardı)

Tıraş olmak için de haliyle bir cihaz gerekli, yanaklarım elma gibi oldu diye meyve bıçağıyla tıraş olacak halim yok. Tıraş makinesi fikri de sakalları tamamen yok edip pürüzsüz bir cilt vaadinde gözümde yıllardır inandırıcı olamadığından tıraş işlemini (oha ne kadar çok tıraş demişim. Bak yine dedim.) bana göre yüzyılın en ilkel kalmış araçlarından biri olan jiletle halletme yoluna gittim. Gel gör ki bebeksi olmasa da hassas olma konusunda ısrarlı cildim jiletin soğuk çeliğiyle bir türlü barışmadı. Belki de jiletle her tıraş oluşumda aklıma jiletlerin hurda gemilerden yapıldığı fikri düştüğünden ve yıllarca hizmet etmiş gemilerin sonlarının bu olmaması gerektiğini düşünüp hüzünlendiğimden adam gibi kesemiyorum sakallarımı, kim bilir.

Neyse işte, bu akşam evde otururken ani bir gazla ve bir süredir elektronik eşya almamış olmamın bana verdiği yetkiye de dayanarak bir tıraş makinesi almaya karar verdim. Bakınıp gözüme bir model kestirdim ve ardından "Vatan Bilgisayar'a gideyim, yakın" diye düşündüm. Sonra "Trafikle uğraşmayayım, yürüyüvereyim" dedim ve düştüm yola. Bostancı Köprüsü'ne doğru tırmanırken kulağımı sıyırıp geçerek sanki kadim dilde mesajlar fısıldayan soğuk rüzgara aldırmıyor, kendime "Bilgisayarcı şu tepenin (Bostancı Köprüsü) ardında" diye diye bir nevi rangercılık oynuyordum. Zaten o an çevrenin Orta Dünya'dan tek eksiği her an ortaya çıkma tehlikesi olan orklardı. Tek fazlasıysa koca koca binalar ve vızır vızır geçen motorlu taşıtlar.

Tepeye ulaştığımdaysa hevesim biraz kırıldı, yüzüm de o an muhtemelen Frodo'nun kabız olmuş gibi bakan yüzüne benzedi. Çünkü köprünün üzerinden baktığımda bilgisayarcı, tahmin ettiğimden çok daha uzakta görünüyordu. Köprü Mordor olsa ve salak Gollum bilgisayarcının orada yüzüğü parmağına geçirip üzerine iki de işaret fişeği ateşlese yine gözün pek dikkatini çekmez, öyle diyeyim.

Eh, oraya kadar çıkmıştım ve yoldan dönmek olmazdı. "Sen mi büyüksün İstanbul, ben mi" dedim içimden (5 yıldır İstanbul'da yaşıyorken bu cümleyi de bir tıraş makinesi yüzünden kurmuş olmam bu konudaki çaresizliğimi anlatıyordur sanırım) ve yürümeye devam ettim. Çıktığım köprünün diğer ucundan indim, iki üç ara sokaktan geçerken kendime "lan buralar da outlet cennetiymiş, bir benim outletimi açmamışlar" dedim. Bir ara salak gibi köprüye tırmanmak yerine metro durağını kullanıp e-5'i alttan geçmenin çok da makul olabileceğini düşünüp kendime kızar gibi oldum ancak metro istasyonunun da bir nevi in olduğunu, içinde orklardan goblinlere türlü düşman barındırabileceğini düşününce bunun mantıklı bir fikir olmadığına karar verdim.

Sonunda bilgisayarcıya ulaştım, içeri girdim ve ilgili reyona gittim.


Ancak görevli benim için "Thank you Buro, but tıraş makinesi is in another mağaza" anlamına gelen cümleyi kurdu ve o an Mario oynarken cinnet geçiren çocuğun ne hissettiğini anladım.



Tırıs tırıs eve döndüm sonra.

20130317

Beni Müziğe Küstürmeyen Güçlendirir

Bazen gerçekten mazlum bir nesil olduğumuzu düşünüyorum artık yaşı kemale ermeye yakınsayan 81 doğumlular olarak. 81 doğumluların Anadolu Liseleri Sınavı'na iki kez girdiği, Öss'ye tam gireyazmışken sınavın iptal edildiği klişelerine dokunmak istemiyorum ama teğet geçmeden de duramayacağım.

Anadolu Liseleri Sınavı'ndan hemen sonra kendimi sokağa atıp caminin avlusunda "bu boş bıraktığım soru için. bu çeldirici şıklı soru için" falan diye bana problem çıkaran her soru için bir gol atmaya çabalarken annem gelmişti yanıma, sınav iptal demişti de "seni çılgın" diyip inanmamıştım. Sonra sınavın gerçekten iptal olduğunu öğrenmiştim de dünyam kararmıştı. Annemin çıldırmamış olduğundan emin olmak tek tesellimdi, öyle atlattım o buhranı.

İkinci sınav iki hafta sonra mı ne olmuştu. Belki de iyi olmuştu, belki de ilk sınavda alacağım puanla kazanamayacaktım, bilmiyorum. İkinci sınava kadar o kadar yoğun çalıştık ki annem, babam ve ben; ailecek çözemeyip ertesi güne bıraktığımız soruyu annemle hemen hemen aynı anda rüyamızda çözüp uyandığımız olmuştu.

Öss'nin iptali buhrandan çok eğlenceye sebep olmuştu ben ve arkadaş grubum arasında. Okulumuzun en çalışkan öğrencisi (ki kendisi deneme sınavlarında üçüncü olunca bile bunalıma girerdi ve bazı arkadaşlarım deneme sınav sonuçları üzerinde çeşitli oynamalar yapıp kendisini üçüncü dördüncü falan gösterirdi) iptal olan sınavın bir gün öncesi stres atmak için gittiği avm'de bizim yan sınıfta okuyan ve üç yıldır hoşlandığı arkadaşı görünce -artık stres hormonları nasıl etkilediyse- dayanamayıp arkasından yaklaşıp beline sarılmıştı. olayın şokuyla ablasının eşinin yanına koşan kız "bana böyle böyle yaptı" diye anlatıp eşkal verirken de sadece "gözlüklü" diyerek bir insan için homo sapiens dışında verilebilecek en genel eşkali verince eniştesi de bulduğu ilk gözlüklü ve konudan tamamen alakasız adamı pataklayarak ufak çapta bir olay çıkarmıştı. O sırada bizim arkadaş kabahatinin büyüklüğü sebebiyle ailesinden de korkup eve gidip nüfus cüzdanını, sınav kalemlerini, yumuşak silgisini ve okunmuş şekerini alarak kendini dışarı atmıştı. Yanlış hatırlamıyorsam bir camide falan sabahlamıştı o sabah ve haliyle sınavın iptal edildiğini ancak sınav salonuna girmeye çalışırken öğrenmişti.


Neyse, iyi ki teğet geçtim bu iki olaya.

Asıl konumsa zaten bilgimin sığ olduğunu defalarca belirttiğim müzik konusu. Bugün bir arkadaşımın gönderdiği bir şarkıdan sonra aklıma geldi de, nesil olarak gerçekten büyük travmaların eşiğinden dönmüşüz müzik konusunda. Ben ortaokuldayken özel televizyon ve radyolar yeni pırtlamıştı ki ben bile yerel bir televizyonda sunucu olacaktım o halimle o zamanlar. Lisedeyken de müzik kanalları iyice artmıştı. Eko Tv falan vardı, taşra kentimizde çeken nadir müzik kanallarından. Müzik kanalı, radyo falan o kadar artınca arz da haliyle artmıştı ve o arzı karşılamaya hazır olmayan biz minik talepkarlar neyin iyi, neyin kötü olduğunu anlama çabasında neredeyse boğuluyorduk arz havuzunda. Hani "benim sevdiğim müzik tarzı şu" desen yine yetmiyor, her tarztan onlarca adam çıkıyordu her ay gözümüzün önüne. O zamanlar internet de yok ki adam gibi. Ben lise sondayken mi ne gelmişti bizim eve, onda da bir şarkı yarım günde inerdi. Her önümüze çıkan grubu/şarkıyı "albümünü alayım, internetten indireyim de hazmedeyim" şeklinde değerlendirme şansımız da yoktu yani. Önümüze her çıkanı hemen yutma ya da reddetme durumundaydı. Çıkanların neredeyse tamamı havai fişek gibi yükselip parlayıp bir anda sönüveriyorlardı gerçi. Ama göz alıyorlardı, ses çıkarıyorlardı, rahatsız ediyorlardı.

Ne güzel devam edecektim de gerçekten üşendim, postun müsebbibi şarkıyı iliştireyim en azından.

20130226

Pırıl

Eve dönerken kuru temizlemeciye uğrayıp "Akşam kaça kadar açıksınız?" diye sordum. Sekize kadar açığız dedi. Saat daha 18:15'ti, iyi dedim. Eve gidip ütülenecek takım elbise ve gömleklerimi getireyim 15 dakikada. Tamam dedi adam da. 

Eve uğrayıp temizlemeciye geri döndüm. "Bu akşama mı istiyorsun?" diye sordu. Acelesi yok, dedim. Yarın akşama alsam da olur. "Ben de bu akşama istersin diye sana hazırlık yapmıştım, ütü yaparken muhabbet eder çay içeriz diye çay demlemiştim" dedi. 

Oha, dedim. Tabii içimden. Yıllardır leke çıkarıcılarla uğraştığından mı bilmem, tertemiz kalmış adam. 

"Bir randevum var, özür dilerim" diyebildim sadece dışımdan.

20130205

Evet, evet, evet

Program yüklerken önümüze gelen her kullanım koşulunu "kabul ediyorum/evet" diye geçiştirmeye öyle alıştık ki ileride evlenme teklif edecek olsam sevdiceğimin yükleyeceği programın kurulum dosyasına bir şekilde kullanım koşullarımı sıkıştırıp altına da "evlenmeyi kabul ediyor musunuz?" sorusu iliştirsem direk evet cevabı alırım muhtemelen. 

Hatta soruyu üç kez sorarak  "evet, evet, evet" cevabı alırım ki olayın coşkusu filmlerdekine yakınsasın. Pek romantik olmayabilir ama olsun. (Ama nerd sevdicekler için ideal gibi.)

Gerçi teorik olarak karambole getirmeme de gerek yok olayı, neden böyle düşündüysem. 

20130131

Yetenek Mızmızız

Biliyor olabileceğiniz üzere değeri 100 yıl sonra "ay vintage" diyerek anlaşılacak tv programları uzmanlığı konusunda doktora tezi aşamasındayım. Soner salonda Natgeo izleyip sivrisineğin kaplan davranışları üzerinde etkileri konusuna bilgi edinirken ben odamda Çiçek Taksi, Wipe Out falan izliyorum.

Uzun süren gözlemlerim sonucunda Star'dan 4 dönüm arsa kapatan Acun'un yarışmalarından biri olan Yetenek Sizsiniz zımbırtısında en azından yarı finale gelebilmek için gerekli altın formülü buldum. O da şöyle:

İlk turda ne yaptığınızın çok önemi yok. Değnek gibi dikilmediğiniz sürece hülya avşar insanından zaten geçer oy alırsınız. (Yaşınız 15 altıysa değnek gibi dikilseniz de sizin ağzınızı burnunuzu yemek isteyip direk evet oyunu basacaktır, o ayrı bir post konusu) Hele bir de yerden 15 santim zıplayıp ardından da kendinizi yere atıp yuvarlanabilirseniz muhtemelen size hayran kalacak, ağzı açık şekilde sizi izleyecektir ki bu da evet oyu için yeterlidir. 

Acun'u ikna etmek için de gösteri öncesi, sonrası ve arasına "Acun Abi", "Allah razı olsun" falan gibi kelimeler sıkıştırıp biraz da seyirciye yalakalık yapmak yetiyor ki olur da Acun hayır cevabı verecek gibi olursa "Seyirciye soralım" diyip seyirci alkışlarıyla evet oyunu garantileyebilesiniz. İçinde bulunduğu kabın şeklini alabilecek kadar esnek olan alp kırşan insanıyla kuliste aranızı iyi tutmuş olmanız da Acun'un kararını olumlu yönde etkileme konusunda size yardımcı olabilir. 

Sergen'den evet alma konusunda bir tavsiye veremeyeceğim. Anladığım kadarıyla alacağınız oy tamamen yarışma günü oynadığı atın yaptığı dereceye bağlı. İlla ki evet almak istiyorsanız oynayacağı atı kestirip atın boyun farkıyla da olsa birinci gelmesini sağlamayı deneyebilirsiniz. Artık gider ata yalvarır mısınız, yulafına doping ilacı mı eklersiniz, orası sizin bileceğiniz iş. Ama ne olursa olsun doğuştan Beşiktaşlı olduğunuzu, kendisinin futbolculuğuna hayran olduğunuzu falan söyleyip yürümeye çalışmayın. Ters teper. Neyse, dediklerimi uygularsanız 2 oy zaten cepte. 

Bundan sonra ikinci tur geliyor ki bu sezon ikinci turdaki kaderiniz büyük ölçüde yarışmanın yapıldığı ildeki salonda bulunan ve muhtemelen üniversite öğrencileri olan eyircilerin elinde. Her ne kadar -üniversite öğrencisi olsak da- önümüze konan performans ne olursa olsun toplu halde bir şey izlerken eğlenmeye programlanmış bir millet olsak ve recep ivedik tiplemesine bile anıra anıra gülsek de tiplemeyle, komediyle işi pek riske etmeyin derim ben. Eğlenmeye programlandığından çok kapı gıcırtısında oynamaya programlı bir milletiz nitekim. Tercihen Ölürüm Sana olmak üzere daya bir Tarkan şarkısını, Tarkan kadar kıvıramasan da iki kıvırıp play back yap, olay tamamdır. Salondaki seyircilerin en az yarısının kadın olduğunu ve hemen hepsinin daha introda coşacağını, erkeklerin de yarısından fazlasının gözüne kestirdiği kadının gözüne çarpmak için coşmuş gibi yapacağını düşünürsek %80-%85 oy garanti ki bu oranla da ilk üçe giremiyorsanız daha napayım, çıkıp sahneye maymunluk mu  yapayım, yarışma tarihinde ilk kez. 

Yarı finale kadar geldikten sonrasının pek önemi yok, finale çıkıp birinci de olsanız celebrity falan olacak değilsiniz sonuçta. Yetenekli olduğunuzu iddia ettiğiniz dalda biraz tanınmış olacaksınız, kendi çapınızda önünüz açılacak ki o da size yeter de artar. 

20130121

İsyanım Vidaya

Geçen Mayıs yurtdışından (Çin'den lan, Çin'den) getirtip gümrükten binbir zahmetle içeri sokup bir ay işler halde tuttuktan sonra bozduğum, çeşitli parça nakilleriyle hala kendine gelememiş ve son çalışma ümidi elimdeki imkanlarla değiştirebileceğim (en azından değiştirmeyi deneyeceğim) son parçanın sağ salim değişmesi olan baskı makinemin o değiştirilmesi gereken parçasını tutan iki vidasının bir tanesini sökmem 3 akşamımı aldı geçen hafta. Çünkü her vidanın çıktığı yerde, ulaşıp tutması neredeyse imkansız olan iki (normalde bir tane koy desen koymaz Çinliler) somun var ve onları sabitlemeden vidayı istediğin kadar döndür, boşa dönüyor. Üşenmedim şemasını bile çizdim aşağıya, paint'te pek tabii. 

İkinci vidayı sökmek için de toplam beş akşam uğraştım, son bir haftada dört kez Bauhaus'a gidip vidayı sökmeme yardımcı olacağını umduğum çeşitli alet edavatlar aldım. Fayda etmedi. En son haftasonu demir testeresiyle daldım (vidaya değil, vidayı gerektiği gibi çevirmeme engel olan demir parçasına), o da fayda etmedi. 

Bu uğraşlar esnasında vidanın başını da yalama yaparak durumu olduğundan daha zor hale getirdim ki biraz daha "challenging" olsun. Neticede zora üşenirim, imkansız aklımı alır. 

Bugün şirkette üretimden bir kaç alet daha yürüttüm çabamda bana destek olmalarını umduğum. Baktım onlar da olmadı, hilti (normalde kaldırım delmek ya da pazar sabahı sizi uykunuzun en tatlı yerinde uyandırmak için kullanırlar hani) ya da oksijen kaynağı (halk arasında kasa açmak için falan kullanılıyor yanılmıyorsam) kullanıp sorunu kökünden çözmeyi planlıyorum. 



Mühendisim bu arada ben.