20101130

Maraton

Üşengeçlik/gitmemezlik diye düşünürken şey geldi aklıma.

Avrasya Maratonu'na katılacaktık biz. Ben, Soner, Erman, Burcu falan. Kayıtlarımızı da yaptırmıştık.

Katılmıştı da onlar zaten.

Ama ben, Pazar sabahı 9'da kalkmaya nasıl da üşendim anlatamam. Beni uyandırmaya çalışan ısrarlı topluluğa "Siz koşmaya başlayın, ben size yetişirim" dedim.

O cümleden sonra kestiler benden ümidi. Koşup geldiler.






14109

20101129

Öyle Ya da Böyle

Düşününce ben aslında baya uzun süredir yazan bir insanım. Düzenli olmaz ama hep yazardım. İlk geyiğimi ilkokuldayken anneannemlerin apartman kapısının hemen yanındaki duvara yazdığım "Kendine iyi bak, insanın yedek parçası bulunmaz" cümlesiydi. Sonra Bir gün babannem bana boş bir defter, siyah bir pilot kalem ve pembe bir marker vermişti. Öyle durduk yere.

Aklıma gelen geyikleri ona yazmaya başlamıştım. Yıl 1993-1995 arasıydı zannedersem. O yılbaşı Milli Piyango'nun yılbaşı çekişinde büyük ikramiye olarak 40 Milyar verdiğini konuyla ilgili yazdığım "bu ay herkesle çok iyi geçinin, içlerinden birine 40 milyar çıkabilir" cümlesi sayesinde hatırlıyorum. Hala durur o defter odamın bir köşesinde. Şimdi bakınca, içinde elle tutulur hiç bir şey yok hatırası olması dışında. Ama ortaokul yıllarında az prim yapmamıştım o yazdıklarımla. Şöyle de bir özelliği vardı, okumak isteyenler sadece sınıfta okuyabilir, evlerine götüremezlerdi. Bir kişi için istisna yapmıştım onu hatırlıyorum. O zamanlar okulun en güzel kızının ilk erkek arkadaşı olmamda yaptığım bu istisnanın da payı olmuştu sanıyorum. Aşkımız kısa sürmüştü gerçi ama olsun.

Sonra, lise 1'de falan, babamın uzun yıllar önce yurtdışından getirdiği ama ne hikmetse o zamana kadar hiç kullanmadığım bez ciltli minik, kalın bir defterim geçmişti elime. Bu defterle ilgili yazmıştım sanırım buraya. Neyse işte, o defteri kullanmaya başladım gümlük niyetine. 3 yıla yakın da devam ettim aynı şekilde.

Çoğu zaman sadece cümle ya da kelimeler yazıyordum. Arada da sadece rakamlar ya da zaten güzel olmayan resmim sebebiyle hiç bir şeye benzemeyen resimler ve şekiller.

Sözler anlamsız, resimler başarısız olurlardı ama dönüp her baktığımda onları yazıp çizdiğim anlarda ne hissettiğimi hatırlardım. Hatta hayatımda ilk ve tek İngilizce şiiri de o deftere yazmıştım, şimdi hatırladım. Şiir muhtemelen çok boktan bir şeydi, ama sonraları hatırlamak için çok uğraştım onu. Hatırladığım tek dizi, "suddenly a gleam appears in her eyes" dizesiydi de nerden nereye bağlamıştım konuyu bilemiyorum. Pek severdim o defterimi de.

Sonra onu birine verdim, daha sonra o sevdiğim defteri istemeye bile tenezzül etmeyecek kadar gözümün önüne gelmesini istemediğim birine. Kaldı gitti onda. Şiir de kaldı boşu boşuna, iyi mi?

Buraya yazmaya başladığımda da o defterdeki gibi olsun istemiştim aslında. Ben yazacaktım ben okuyacaktım. Çok anlamlı olmasına gerek yoktu. Sadece baktığımda o anı hatırlayayım yeterdi. Aslında ilk postlarım da öyleydi kısmen.

Sonra git gide başkalarının da okuduğu fikri yerleşmeye başladı aklıma. Başkaları okuyor derken, kitleleri peşimden sürüklemiyorum, bir gafımla ülke sallanmıyor tabi. 3-5 kişi okuyor topu topu ama yine de bazı yazdıklarımda "Bu güzel olmamış", "Bunu biri okursa yanlış anlar mı?" diye düşünmeye başladığımı farkettim postlarımın arasında yazmaya başladığım ama yarım bıraktığım/yayınlamadığım taslaklarımın da çok fazla olduğunu görünce.

Bak mesala, şimdi de aynı şey geçiyor aklımdan. Bunu da mı yayınlamasam çok saçma oldu diye. Sktiret, yayınlayayım.

Öyle.

Ampul

Aşağıdaki sevgili arabamın gösterge tablosu. Gördüğünüz gibi ışıl ışık sayılmaz ama 3 ışık dikkat çekiyor. Biri, yeşil olan farlar zaten. Sabahları da açıktır. Farım da açıktır, yolum da.

İkincisi, sarı noktacık. Benzin almaya üşendiğim için 2-3 gün daha beni benzinimin bittiğine dair uyarmaya devam edecek. Bu süreç daha uzun sürerse kendim farkedeceğim zaten benzinimin bittiğini, yolda kalmak suretiyle.

Bir postumda hayatta yapmaya en çok üşendiğim üç şeyi yazmıştım. Bunların biri benzin almaktı, hala da öyle.

Üçüncüyü de hatırlayamamıştım o an.

Hala da hatırlayamıyorum.

Üçüncü, en tepedeki ışıksa çözünürlük sebebiyle fotoğrafta pek belli olmasa da bir ampul sembolü. Far ampullerimden birinin patlak olduğunu göstermekte bana o an. O uyarı ışığı ilk kez geçen yıl yanmıştı. O hafta gittim hemen yaptırdım, ertesi hafta yine yanmaya başladı. Gittim, yaptırdım.

Üçüncü yaptırışım ve onun dördüncü patlayışından sonra, "Eeh" tepkisini verip baya uzun bir süre o uyarı ışığı yanık, bir ampulüm (önemsiz bir aydınlatma ampulüydü) patlak gezdim. Onu görmeye öyle alışmışım ki bayram öncesi arabamı servise götürdüğümde o arızayı belirtme gereği duymamışım bile. Sağolsunlar, kendileri halletmişler.

Gel gör ki o uyarı ışığı iki gün önce tekrar yanmaya başladı. Tam da yokluğuna alışmışken.

Bir de ampul yani yanıp duran sembol.

Korkuyorum ki bu işin içinde beni psikolojik olarak etkileme amacıyla oynanan büyük bir oyun var. Oyuna gelmeyeceğim ama, kararlıyım.


20101127

Annem vs Rufus

- Anne, naptın sen buna? Kocaman kedi olmuş.
- Öyle mi, ben de bir şey yemiyor diye zorla mama tıkıştırıyordum ağzına.
- Koca göbek olmuş resmen.
- Koca göbek mi diyorlar sana Rufus, ben sana plates topu bile alırım.



- Kedinin psikolojisi düzeldi buraya geldiğinden beri.
- Onunki düzelmiş de seninki biraz bozulmuş anne.



- Anne hani sakinleşmişti bu, ellerin çizik içinde yine.
- Onun sevmesi öyle oğlum.


Biri canım, diğeri daha çok canım.

20101126

Ankara'nın Aspava'sı Varsa İstanbul'un Espava'sı Var (A tribute to Ümit Besen)

Ankara'nın Ankara dışında yaşayan bir çok insanın da bildiği, en azından duyduğu mekanlarından birisi de Aspava'dır. Aslında bir tanesi demek yanlış olur nitekim "oha lan adamların işler baya iyi" gözlemini gerçekleştirip tutan markanın kıçına başına yama yapmak suretiyle marka pörtletme adetine sahip uyanık Türk girişimcilerimiz bu (Aspava) konuda da geri kalmamış adetlerinden.

Sonuç itibariyle Ankara'da -bir kısmı zaten yan yana olmak üzere- Öz Aspava, Has Aspava, Cirit Atan Aspava gibi isimlere sahip Aspava'lar sahiden de cirit atmakta. Aspava'yı bilen hemen herkesin de duyduğu gibi, kelimenin "Allah sağluk, para, afiyet versin; amin" kalıbının kısaltması olduğu yönünde rivayetler de var.

Aspava'nın akılda yer etmesinin bir çok sebebi var. Pek güzel giden soslu soğanlı dürümü, ikram olarak gelen cacık, soslu patates kızartması ve salata, vs. gibi sebepler arasında en büyük pay ise bir süre öncesine kadar devam eden, yemek sonrasında bir çok insan tarafından kamyoncu sigarası olarak tabir edilen uzun Marlboro ikram etme adetleriydi.

Bu bir ritüeldi adeta. Garson gömlek cebinden paketi çıkarıp uzatırdı. Mis gibi yemeğin üzerine çayla beraber tüterdi o sigara. Nerde Eski günler. O sigara o kadar tatlı gelirdi ki sigara kullanmayan arkadaşlara da zorla aldırtırdım ikramı geri çevirmek olmaz (ben içerim) diye.

Neyse, destansı girizgahımızdan sonra asıl konuya gelelim.

Bugün şirkette dolanırken aşağıda bir kebapçının flyer'ına takildi gözüm. "Espava Beyti" yazıyordu yemek çeşitleri arasında. Aldım elime baktım, kebapçının adı zaten Espava'ymış. Espava'nın -eğer varsa- açılımının ne olabileceği konusunda pek fikir yürütemedim lakin "Vay anasını" dedim kendi kendime. İstanbul'da niye yok dediğimiz Aspava bu şekilde de olsa gelmiş İstanbul'a. Ama ben olsam Ispava yapardım ismi, iki Aspava-Ankara baş harfleri uyumunu göz önüne alarak.

Gerçi Espava konsept olarak aynı değil Aspava'yla. Aspava'da yemek seçenekleriniz dürüm parantezi içinde soslu soğanlı, soslu soğansız, sossuz soğanlı ve sossuz soğansız (bunu yiyeceksen hiç yeme) kombinasyonlarından pek öteye geçemezken Espava'da perde pilavından ezogelin çorbaya varana dek bir çok seçenek mevcut.

Kebapçının sahibi arkadaşlar "Ulan isimden esinlendik, bari adetler konusunda özgün olalım" diye düşünmüş olacaklar ki onlar kamyoncu sigarası ikram etmek yerine adeta kamyon yazısı gibi alt alta uzayıp giden reklam sloganları türetmeyi adet edinmişler kendilerine. (Yine ufaktan bir esinlenme olmuş yani. Aşağıda flyer'ı ve sloganları görebilirsiniz. Dayanamadım ben de kendileri için bir kaç slogan türettim. Tahmin etmeniz zor olmaz ama parantez içinde olanlar benim ürettiklerim.

Bu arada baktım da iki restoranın da reklamını yapmışım resmen.

Şu postun çıktısını alıp iki restorana da giderek önce "reklamın iyisi kötüsü olmaz" sözünün kesinlikle doğru olduğu konusunda kendilerini ikna etmeyi, sonrasında da kendime birer dürüm ısmarlatmayı planlıyorum.

Şaka maka, canım nasıl da Aspava istedi şimdi.

20101124

Yollar Gidebilsen Biter

Yol alışkanlıkları için "İnsan yaşadığı tecrübelerden ders çıkarmalı" düsturunu İstanbul'da yaşadığım (aslında yaşamayıp şehir dışına çıktığım) beşinci bayrama idrak edince İstanbul'un meşhur dönüş trafiği çilesini fazlasıyla yaşadım zamanında.

Arkadaşım bi kere trafik, tdk'daki ilk -ve bence en doğru olan- tanıma göre "Ulaşım yollarının yayalar ve her türlü taşıt tarafından kullanılması, gidiş geliş, seyrüsefer." demektir. Gider, gelirsin trafikte. Trafik durmaz. Trafik akar.

Bizim bahsettiğimiz bu trafikse sana doğal akışı içinde arabadan inip çişini yapacak, hatta inip yanındaki arabanın şoförüyle tavla oynayacak zamanı tanıyacak kadar durağan bir şey. Öyle duruyorsun.

Neler denemedik ki o trafikle savaşmak için. Pazar öğleden sonra çıktık yola, olmadı. "Öğlen çıkalım, trafik olmaz" dedik, Olmadı. Yani oldu, trafik oldu.

"Sabahın sekizinde çıkarsak yırtarız" diye düşünüp uykumuzdan fedakarlık edip çıktık yola. Nerdeyse akşam üzeri çıktığımızdan daha fazla yedik trafiği.

Ama bu kez kararlıydık. Sinir stres yapamdan evimize ulaşıp güle oynaya kapıdan içeri girecektik. O yüzden dedik ki "Abi, cumartesiden çıkalım biz. Rahat rahat gider, pazar da evde yaya yaya otururuz."

Tatilimizi kendimizi dünyanın en zeki insanları sanarak geçirip dönüş vakti geldiğinde kendimizi yollara attık güle oynaya.

Kamyonetten indirilirken bir fırsatını bulup sahibinin elinden kaçmış; itfaiyeyi, polisi 10 kilometre boyunca zevk için peşinden koşturduktan sonra yakalanmayıp özgürlüğüne kavuşmuş kurbanlık angus kadar keyifliydik adeta.

En azından yolculuğun ilk yarım saati bu şekildeydi. Sonra telefonlar gelmeye başladı, yolculuğumuzdan haberdar olan her insandan tek tek.

"Abi, yollar kalabalıkmış dikkatli gidin." "Yavrum, yavaş kullan yine trafk varmış bak"

Biz inatla "yok, cumartesi çıktık, trafik olamaz (cumartesileri trafik için resmi tatil günü çünkü). Trafi yarın olur" diye düşünüp kendimizi rahatlatmaya çalıştık ama bir tarafan da kıllandık ufak ufak. Neyse, yolculuğun ilk -otoban haricinde olan- kısmı sorunsuz geçti. Ne zaman otobana bağlandık, milim milim bile gitmeyen araçları görmemiz; haliyle kendimizi de onların arasında bulmamız bir oldu. Tabelaya baktığımızda "İstanbul 130 km" ibaresi bize hain hain gülümsüyordu adeta. Biz ne bilebilirdik İstanbul'a dönecek herkesin aynı şeyi düşüneceğini.

"Aklın yolu bir abi" diye geçirdim içimden, sırf salaklığımız konusunda kendimi biraz rahatlatabilmek adına.

Yok dedik, böyle gitmez bu trafik. İlla ki açılır. Ama açılmadı, açılamadı. İte kaka, kendimize kıza kıza gittik o yolu.

Gergin olan sinirlerimizi radyo haberlerinde dinlediğimiz "tatilcilerin dönüşüyle Tem'deki trafik artıyor" gibisinden bilgilendirmeler iyice gerdi.

Ne tatilcisi abicim. Memleketimize annemizi babamızı akrabalarımızı görmeye gittik. Gitmeyene de "nerde o eski bayramlar, insanlar büyüklerini ziyaret ederdi" diye sitem ediyorunuz, naber?

En fazla 1 saatte falan tamamlamamız gereken o 130 kilometre kendini bize 3.5 saatte tamamlattı. Toplamda 4.5 saat sürecek yol da 7 saate dönüştü haliyle. Anca eve attık kendimizi gecenin 22:30'unda.

Pazar günü bile zaten cinlerim tepemdeydi de, cinlerin tepemde bir de tepinmesini sağlaya şey ise pazar akşam haberlerinde "dönüş trafiği beklenen kadar yoğun değildi" diyen spikerler, "yeoo, trafik yoktu. Rahat rahat geldik" diye mikrofonlara konuşan şoförler oldu.

Bundan sonraki bayram için yapacağımız yeni dahiyane planımıza kadar esen kalmanız dileğiyle.

20101115

Sapak

Genelde yapmadığım bir şeye, içini dökme yerine döndü blog ya bugün de öyle oluversin.

Cumartesi öğleden sonra çıktık Erman'la yola, bayram tatilini ailelerimizim yanında geçirebilelim diye.

Yolda bizimki acıktı. Otobanda, Antalya-Bilecik sapağından daha sapmadan -ki otobanı genelde Ankara'ya gitmek içln kullandığımdan olsa gerek, ben nerdeyse her defasında kaçırırım o sapağı- mola verdik bir yerde.

Mevcut seçenekler içinde en çabuk servis edilecek olanın börek olduğuna karar verip birer tane sipariş verdik tatil trafiği yüzünden ana baba gününe dönmüş mekanda.

Bir taraftan da yolda haberini aldığımız intihar girişimiyle llgili bilgi edinmek için sözlüğe girmiş okuyordum. Özellikle sözlükten takip etmek istedim çünkü olayın glrişimcisi de bir sözlük yazarıydı.

Derken gözüm çarpaz masamızda yalnız oturan bir kadına takıldı. Önce yalnız yemek yiyor oluşu çekti dikkatimi. Tüm mekana özellikle baktım, bir kişinin yemek yediği tek bir masa bile yoktu onun masası dışında. Sonra tek eliyle yemek yiyor oluşu dikkatimi çekti.

Sonra irkildim.

Dlğer kolu yoktu kadının. O yüzden tek kolunu kullanıyordu yerken. Kendi halinde, haline fazlaca alışmış görünürken. Yaşını kestiremedim kafasındakl bandana yüzünden ama sanmıyorum otuzunu geçtiğini.

Göz göze gelme ihtimalimizden korkup sadece ara ara bakabildim kadına. Baktım çünkü bir arkadaşı ya da akrabası gelecek mi yanına onu merak ediyordum. Yalnız seyahat ediyor olma ihtimali lçlmi daha da burkuyordu çünkü.

Oturmaya devam ettiğimiz 25 dakika boyunca kimse gelmedi yanına.

Aklım başka bir başlığa gitti sözlükteki. Çok daraldığım zamanlar açıp okuduğum, sonra da kendime kızdığım "hayata dair iç burkan detaylar" başlığına. Oradaki bazı maddeler çok güzel hatırlatır bana ottan boktan şeylere nasıl kafa yorduğumuzu.

Yazmak geldi bu durumu içimden, ama yazamadım oraya. Ama yine kızdım kendime. İşimle gücümle ilgili gelecek planlarımı fazlaca kafama taktığım için; trafikte/işte/özel hayatımda biriyle tartıştıktan sonra bazen gereğinden fazla düşündüğüm için; sigara içtiğim için; ölüme, ya da daha kötüsü, sakat kalmaya bu kadar yakınken görece cidden küçük şeyler için içimi sıktığım için kendime kızdım.

Kalktık sonra. Ben böreğimi bitiremedim.

01.06.1981 - 02.06.----

Babamın babasıyla, yani dedemle aynı isme sahibim. Dolayısıyla da aynı soyada. Dedemi kaybedeli 16-17 yıl oldu sanırım. Belki biraz daha fazla. Sabaha karşı kaybetmiştik onu hatırlıyorum. Beni sabahın erken saatlerinde götürmüşlerdi dedemle babannemin evine. Babamın ağladığını sadece o gün görmüştüm ömrümde. Amcamın benden bir yaş küçük oğlu da çok ağlıyordu bir de onu hatırlıyorum. Ben hiç ağlamamıştım, neden bilmiyorum. Oysa ailemden ilk kez birini kaybediyorduk kendimi bildim bileli.

Ve aynı ismi taşıdığım dedemdl o.

Her bayram kabir ziyaretine gideriz babamla. Kaybettiğimiz aile büyüklerinin hepsinin kabrini tek tek ziyaret ederiz. Tabi dedeminkini de.

Dedem icin dua ederken hep mezar taşına takılır gözüm. Hep takılır da ölüm yılını hala aklıma yazamam. Belki de en çok orda yazan isme, ölüm günü ve ayına kilitlendiğim için yılı görmem ben.

Orada yazan kendi ismimdir. Tarih de 2 Haziran.

2 Haziran, benim doğum günümden bir gün sonrası.

Sanki ben doğmuşum, ismini bana vermiş; benim biraz büyüdüğümden emin olduktan sonra da ismini tamamen bana devredip gitmiş gibi.

Mezar taşında kendi ismime kitlendiğim o anlardır sanırım, kendimi ölüme en yakın hissettiğim anlar.

20101110

Alıverelim

Çocukluğumdan beri bünyemde yer etmiş olan "Eksik olacağına fazla olsun" yaklaşımı özellikle yiyecek içecek, abur cubur alışverişlerim sırasında ipin ucunu biraz kaçırmama sebep olabiliyor.

Zaten ekonomiye en büyük katkımı da bu "bulunsun", "yenir, yenir" düşünce şeklim sayesinde piyasada oluşturduğum nakit akışı ile yapıyorum.

Sadece kola almak için gittiğim marketten soda (o da gazlı), meyve suyu (canım sonradan gazsız içecek de isterse) meyveli soda (hem gazlı hem meyveli bir şey isterse?) ve ayran (bulunsun) alıp çıktığım çok oluyor.

Geçen ocak mı şubat mı neydi, hafta sonunu değerlendirmek için gittiğimiz bir Abant dinlencesi sırasında bir önceki gün aldığımız erzağın bize yeterli gelmediğini farkettik. Alışveriş yapma işi de bana ve en eski arkadaşım Güven'e düştü.

Güven de ıvır zıvır alışverişi konusunda benimle aynı yaklaşımı benimsediğinden Abant'ta market, kasap, manav ne varsa gezdik.

Lapa lapa yağan kar da "lan mahsur kalırız falan" diye daha bi gaza getirdi sanırım bizi. Nitekim pirzola almak için girdiğimiz kasap "Köftem de çok güzel" dedi, "ver abicim" dedik. "kemikli pirzolam da var, tam mangallık" dedi, ver dedik.

Neyse ki o meyveyi sebzeyi manavdan değil de süpermarketten almıştık, manav "patlıcanım var, çok güzel" dese "ver bebişim" falan diyebilirdik.

Böylece 15 dakika diye çıktığımız alışverişten 1.5 saat sonra, abant esnafını zengin etmenin de huzuruyla şen şakrak döndük eve. Cep telefonlarımızı yanımıza almayacak kadar da rahat insanlar olduğumuzdan evde bizi telaşla bekleyen insanlarla karşılaştık. Aldığımız o erzağın da bize bir hafta yetecek kadar fazla olduğunu ancak evde farkedebildik.

Geçen hafta da Birce'yle akşam yemeği yerken "Birer kadeh şarap içelim mi?" dedim. "Bak akşam yola çıkacağım, problem olur" falan dediyse de "birer kadehcikten bir şey olmaz" diyip şarapları almaya gittim yiyeceğin içeceğin self servis usulüyle tedarik edildiği mekanda.

Nasıl oldu ben de anlayamadım, 2 dakika sonra kendimi arkamda elinde iki kadeh bir de şişe olan görevliyle masamıza dönerken buldum. Görevli şarabın başına gelecekleri önceden kestirip "Ben götüreyim de bari şu kızcağız nasiplensin şaraptan" diye düşünmüş olacak ki, şarabı kendisi getirmeyi teklif etti.

Sonuçta ikişer kadeh şarabı içtik. Bir kadehi de ben devirdim (devirdim derken, masaya döktüm). Sakarlığımı "Böyle bi adet varmış, şarap topraktan gelir ya, toprağın da hakkı var diye birazını toprağa dökerlermiş şarabın. Bizimki de onun gibi oldu eki eki" diye kapamaya çalıştım ama pek olmadı. Zaten bunu o an mı uydurdum, yoksa eskiden sahiden böyle bir adet var mıymış emin değilim. Böyle bir adet varsa da şarabın yüzde yirmisini haketmiyordur vallahi toprak. Bunun bağcısı var, üzümü toplayanı var. Sektör geniş.

Neyse işte, şimdi de evde olup olmadığını düşünmeden her akşam otomatiğe bağlayıp aldığım birer litrelik kolalarla dolu bir buzdolabına sahibiz ev halkı olarak.

Kıssadan hisse: Alıyorum, veriyorum, ekonomiye can veriyorum. "Başka türlü bağlayamadım postu"

20101109

Uyarı Levhası

Sigara paketlerinin üzerine görsel koyma zorunluluğu zımbırtısı geçen Mayıs ayında mı ne gelmişti. Bu uygulamanın sigara içmeyenlerin sigaraya özenmemesini sağlamak konusundaki başarısını bilmem de, sigara severleri sigaradan soğutmak konusunda bir başarısı olmayacağını düşünüyordum. Hiç görmek istemezsem paketi çevirip o görselin olmadığı kısımla yüzleşiyordum ben şahsen.

Ta ki bir ka. ay önce aldığım paketin arkasını çevirdiğimde adeta kendimi görene kadar. Aşağıdaki adam, resmen bana benziyor. Hadi tamam, benim daha az yakışıklı halime. Ama sigara sebebiyle o duruma düşsem ben de öyle sığır gibi görünürdüm muhtemelen. (Yine de favori/sakal kombinasyonum o şekilde olmazdı.) Görseli gösterdiğim bir kaç kişi de bana benzediği yönünde fikir belirtince ben bi irkildim tabi. "Bu ulvi bi işaret mi yoksa lan?" falan diye düşündüm.

Ve artık şartlanma mıdır, cidden bir işaret midir nedir, o günden beri aldığım sigaraların paketlerinin yarısından fazlasında o görsel bulunuyor.

Ben de sigara işaret ve işaretçilerine uymamakta direniyorum bir yandan.


20101108

Ondan değildi, bundandı

Mevsimden değildi odanın serin olması, R-12'dendi.
Çok fazla araba olması değildi trafiğin ağır ağır akması, sol şeritte mal gibi giden TY 3419'dandı.
Aşırı hızdan değildi kazanın olması, yanyoldan önümüze fırlayan C180'dendi.
Dalgınlık değildi unutması, eksik olan B12'dendi.

20101105

I've heard that you’ll try anything twice

Geçen hafta Sakin dinledim ilk kez. İlk kez değil gerçi de, bilinçli olarak ilk kez. O günden beri de her akşam bir kaç şarkısını loop'a alıp dinliyorum. Küçük hanım ve çok sevdiğim arkadaşlarımdan Nazlı Sakin'i çok seviyorken, sırf onlardan duyduğum için bile "Kimmiş lan bunlar?" diye düşünüp dinleme fırsatım varken bu adamları daha önce dinlememiş/öğrenmemiş olduğum için kızdım kendime biraz.

Sonra müzik cahili olduğumu kendime hatırlatıp bu kızgınlığımı hafiflettim biraz da olsa.

Bir şarkılarını dinlerken o şarkıyı zaten bildiğimi ve çok sevdiğimi farkettim bir an. Sonra da şöyle yazdım Nazlı'ya.


- Lan ben bu benim çok sevdiğim bi şarkıymış, yeni farkettim.
- Böyle çok sonradan farkettiğin başka şeyler de var mı hacı?
- Bir de şey var, küçükken biber dolmasını "ben bunu hiç sevmiyorum" diye yemezmişim. Bir gün annem rica minnet bir lokma tıkıştırmış ağzıma. "Aaa meğer ben bunu çok seviyormuşum" demişim.
- Hayatta başarılar.


Başka bir yakın arkadaşım da gittiği dalış kursunu anlatırken 29 yıldır gitmediği günlere acıdığını söylemişti kursun ne kadar iyi geçtiğinden bahsederken.

Bunların üzerine düşündüm de, acaba hayatta kaçırdığım/geç kaldığım ve işin kötüsü kaçırdığımdan haberim bile olmayan neler neler vardır kim bilir.

Bir arkadaş ortamında sadece ismen tanıştığım ama hiç hoşlanmadığım, ya da aynı ortamda defalarca bulunup konuşmaya tenezzül etmediğim insanların bir kısmı belki de çok şey öğreneceğim, çok iyi vakit geçireceğim, hayatımda yer edecek insanlar olacaktı eğer ön yargılı olmasaydım.


Belki de istediğim gibi olmadığını düşündüğüm bir firma tarafından çağrıldığım iş görüşmesi bana hayatımın iş fırsatını sunacaktı.


"İşe yaramaz ki bu" diye almadığım bitkisel ilaç sigarayı bırakmamı sağlayacaktı.


Ortaokul'da il karmasına çağrıldığımda fen lisesi sınavlarına hazırlandığım için katılmamazlık etmeseydim şimdi bir mühendis değil de bir basketbolcu olacaktım.


Sırf adı yüzünden hayatım boyunca ağzıma sürmediğim güllaç tatlısını çok sevdiğimi farkedecektim.

Bu konuda beni teşvik eden kimse olmadığı için hevesimi kırmayarak inat edip, çok istediğim şeylerden birini gerçekleştirebilecek, sanatın bir ucundan tutup kendi çapımda bir yazar olabilecektim.

Bunlar şimdilik kaçırmışım gibi görünen, ilerde geç kalmışlığa dönüşme ihtimali olan durumlar. Bu durumlar neyse, kendi adıma verdiğim kararlar ve sonuçları ilk etapta sadece beni bağlıyor. Kendimi o anın gerektirdiği en iyi kararı verdiğime inandırarak "keşke" deme dürtümü törpülüyorum.

Ama bir de verdiğim kararın benden çok bir başkasını etkileyebileceği durumlar var.

Belki trafik ışıklarında bekleyen ve kırmızı ışığa takılan arabalara yanaşıp "abi bir ekmek parası" diyen küçük kız gerçekten de bir ekmek parasına muhtaçtı ve ben vermediğim için o gece aç kaldı.

Ya da ne bileyim, patronum tarafından bana yardımcı olarak önerilen çok hevesli aday, benim "bize faydası olmaz" demem üzerine işe alınmadı ve hem o isteyerek yapacağı işten hem de ben işini severek yapan bir yardımcıdan oldum.


Dediğim gibi bu tip şeylerin hiç biri -en azından şimdilik- pişmanlık değil ve umarım ileride de olmayacak. Ama bazı kafa kurcalayabiliyorlar bazı bazı. "Halamın sakalları olsaydı" olayına getirmeye de gerek yok mevzuyu.

Ama sanırım gerçekten her şeyi imkanlı ve mantık çerçevesi içinde olduğu ölçüde bir kez denemek gerek. Hatta Morrissey'in yazdığı hatunun da yaptığı gibi iki kez denemek gerek belki de. İlkinde hiç hoşlanmamış olsak da.


Bu arada, biber dolmasını hala sevmem.



20101103

Buro'nun Kediyle İmtihanı

Aslında başlık "Buro'nun Kediyle İmtihanı-2" falan olmalıydı nitekim can kedim, an itibariyle ailemin yanında yıllık iznini kullanan ve muhtemelen bundan sonra da kullanmaya devam edecek olan Rufus ile yeterince büyük bir imtihandan geçmiştim. Karakterimi, düzensizliğimi, üşengeçliğimi falan düşündüğümde imtihanı da geçtiğimi düşünüyorum açıkçası. AA ile olmasa da BA, bilemedin BB ile falan.

Daha önce de bi yazmıştım, Rufus'u özlüyorum diye. Her gün annemden durum raporu aldıkça daha da özlüyorum sanırım.

Neyse işte, 2 haftadır falan şirketin civarında -belki özlediğimden, belki onu da şirketin önünde bulduğumdan- Rufus'a çok benzettiğim bir kedi geziniyor. Renkleriyle falan değil de, böyle yürüşüyle, fizik yapısıyla benzeyen bir kedi. Onu gördükçe kedi özlemim biraz depreşmişti zaten.

Üstüne bir de geçen haftasonu küçük hanımla gittiğim neredeyse her yerde karşıma sevilesi bir kedi çıkması var ki bahsini ettiğim ikinci sınav da buydu. Öyle bir sınav ki, Raistlin Majere'nin kulede verdiği sınav kadar büyüktü benim gözümde.

Üç gün boyunca kahve içerken dibimizde; caddede yürürken koloni halinde, irili ufaklı ve hepsi birbirinden zıplak olmak üzere sağda solda; moda'da fotoğraf çekerken fotoğraf karesinde; küçük hanıma mont almak için girdiğimiz mağazanın içinde (resmen mağazanın kapısından girmiş, yeni bir şeyler gelmiş mi diye bakmaya hazırlanıyordu) olmak üzere, hepsi birbirinden sevilesi (bu cümleleri kurduğuma da zor inanıyorum sahiden) bir çok kedi gördük. Dün şirkete girerken masmavi gözleri ve kabarmış tüyleriyle ürkek ürkek bakan başka bir minik kedi görmemse sınavın son noktası oldu.

O an sınavdan kalabilirdim ancak kedi kaçıp bir yerlere saklandı neyse ki. Zaten kaçmasa da ben muhtemelen "Git kendini çok sevdirmeden" derdim.

Allah sonumu hayretsin, bayrama, ve dolayısıyla Rufus'u görmeme, daha iki hafta var ve İmtihan serisi trilojiye dönüşürse eve kucağımda bi kediyle gelmem an meselesidir.

Postu süsleyelim mi? (iyice kedi bloguna döndük ya neyse)















Küçük hanımın editlediği bir tanesi


















Şirket Önündeki















Rufus tabi ki.