20091230

Office

Ofis çiftçinin kara gün dostuysa,

Office de beyaz yakanın kara gün dostu olabilir pekala.

20091228

Aşk-ı Emekli Memur

Şu dizide Bihlül insanını bi kere olsun ders/sınav derdinde göremedim.

kazık kadar boyuna bakılırsa üniversitede okuyor Bihlül. Paranın haddi ve hesabının olmadığı düşünülürse de bi vakıf üniversitesinde. (Sonradan öğrendim, Fransa'da okuyormuş önce. Sonra Galatasaray üniversitesine başlamış.)

Tamam Bihlül, hayta olabilirsin. tuzun kuru olduğu için akademik kariyer yerine fındık kırma konusunda kariyer yapmayı hedef belirlemiş ve bu hedef doğrultusunda emin adımlarla ilerliyor da olabilirsin. Biz de üniversite okuduk. Biz de ara ara haytalık yapıp dersleri boşladık. Bizimki de vakıf üniversitesiydi, bu yüzden kendimizden çok daha hayta olan, dersleri hiç umursamayan arkadaşlar da gördük okul yıllarında.

Yalnız aramızda dersleri en umursamayan arkadaşlar bile "Hasktir, bu dersten bu sene de çakarsam okuldan atılacağım" benzeri stresler yaşıyordu bazı bazı.

Bi kerecik de bitter aradığında "yarın vizem var, ona çalışmam lazım" de yahu. Çalışmayacaksan da "vizem var ama koy götüne, seninle olmak varken vize de ne" falan de.

Ya da ne bileyim, bir akşam dönemin en çalışkanı pozisyonundaki arkadaşını arayıp yalakalık yap "hacı, yarın ödev teslimi varmış, sabah erken gel de senden çekeyim olmaz mı" diye sor.

Bi kerecik de eve elinde bölümün en güzel not tutan ama notlarını kimseye vermeyen kızının defterinden çektirdiğin fotokopilerle gel. Hem bak Bitter'i de kıskandırırsın "notlarını kimseye vermez ama ben cazibemi kullanıp aldım" falan diyerek.

Hayır o kadar mı zekisin de dersi derste anlıyorsun bilemedim ki.

Aşk-ı Memur

Şuna çok güldüm bugün, paylaşmadan edemedim.

Bir de bir yerde okudum geçenlerde de nerde bilemedim.

İki genç kız kitapçıda gezinirken biri diğerine "Aaa, aşk-ı Memur'un kitabı çıkmış" müjdeli haberini vermiş.

Kızım, dizinin fragmanında bile inleye inleye söylüyor, "Halit Ziya'nın ölümsüz eserinden" diye. Sen dizinin senaristi mi sanıyorsun Halit Ziya'yı?

20091225

10...9...seki.... hmpf. Neydi!?

Şöyle bir balon haber ne güzel olurdu:


Ondan Geriye Sayamayan Gencin Yılbaşı Dramı!

On milyonda bir rastlanan Geri Vites hastalığına yakalanan B.T; ondan geriye sayamamanın ezikliğini her yılbaşında yaşıyor.

Bu ilginç hastalık sebebiyle hayattan zevk alamadığını belirten B.T, içini muhabirimize döktü:

"İlkokul birde sayıları öğrenirken öğretmenimiz sırayla bütün sınıfa ondan geriye doğru saydırıyordu. Sıram geldiğinde ben de sıramda ayağa kalktım, on, dokuz, sekiz diye saydım sıfıra kadar. Başarımın gururunu yaşayarak sırama oturmamla çığlık çığlığa havaya zıplamam bir oldu. Eşek sıra arkadaşımın sırama koyduğu raptiye ben oturunca popoma girmişti. O an zaten sınıfa bi rezil oldum o kadar çığlık atınca.

Bi de raptiyeyi çıkarmaya çalışırken raptiyenin o geniş kısmı kırıldı, sivri kısmı içerde kaldı. Doktora zor yetiştik ondan sonra.

İşte o günden beri ne zaman ondan geriye saymaya çalışsam aklıma o an geliyor. Ter basıyor hemen. Gözlerim kararıyor, kalbim küt küt atmaya başlıyor, karıştırıyorum sayıları.

Çok uğraştım bu hastalığı yenebilmek için. Ne doktorlara, psikologlara, hocalara göründüm; hiç biri derman olamadı hastalığıma. En fazla sekize gelebiliyorum. Sonra apışıp kalıyorum.

En büyük problemi de yılbaşlarında yaşıyorum. Malum, yılbaşının en büyük geleneklerinden biri TRT 1'de çıkan dansözlerin yerlerini devrettiği, cnbc-e'de yayınlanan Victoria's Secret Fashion show, biri tombala, biri de geceyarısına on saniye kala ondan geriye doğru saymak.

Yılbaşı eğlencesinin zirve yaptığı o an... Herkes toplanıp saymaya başlıyor; on... dokuz... diye. Ben kalakalıyorum.

Bilemezsiniz kendimi o an nasıl da yalnız hissediyorum. Düşünebiliyor musunuz, bütün dünya, hadi bütün dünya demeyeyim, gmt+2 zaman diliminde bulunan bütün dünya on, dokuz diye sayarken ben sayamıyorum. Herkes o mutluluğu yaşarken ben sadece uzaktan izliyorum. Sanki dünyalı değil uzaylıyım ben o an.

Herkes neşeyle "Sıfııııır" diye bağırıp birbirine sarılırken ben gözyaşlarımı içime akıtıyorum.

Bu hastalığıma neden tedavi bulunamadığını da biliyorum aslında. Yeni yıla nasıl girersen bütün yıl öyle geçer ya hani. Ben her yeni yıla ondan geri saymaya çalışarak ama sayamayarak giriyorum lan! "


20091224

Gol

Kriptonit görmüş superman gibi şaşkınlaşabiliyorum bazen. Şöyle

20091221

Mesane Syndrome

Pazartesi gününün yoğun iş temposu (bu laf da tam pazarlamacı lafı gibi gelir bana) içinde düşünmeye fırsat bulduğum sayılı zamanların birinde şu tespiti yaptım.

İnsanın başına ne gelirse çişinden gelir.

Hadi o kadar iddialı olmayayım, şöyle diyeyim: insanın başına çişi yüzünden çok şey gelir.

Kendi litaratürümde "çiş geliyorum demez" olarak nitelendirdiğim sendromun beni nasıl maymun ettiğinin örneklerinden bir tanesini yazmıştım zaten şurda .

Başıma çiş kaynaklı -ve saysan on kişinin bilmediği- iki olay daha geldi ki rezalet konusunda direkten döndüğüm asıl iki durum bunlardır.

2004 yılında, bu zamanlar askerdeydim. 12 Aralık'ta teslim olmuştuk işte. Daha ilk günümüz, herkes ilk gördüğü insanla konuşup ortak bir nokta bulur da kanka olurum ümidinde. Şaşkın gibiyiz resmen. Bizi nereye sürerlerse oraya gidiyoruz, yaklaşık 300 kişilik bir grup.

İlk gün yapılması gerekenler bitti, koğuşlarımızın olduğu katlara geçtik. Neyse ki tüm kısa dönemler aynı koğuşlarda kalıyordu da herkes aynı şekilde yabancıydı ortama. Koğuşlarımızın açıldığı koridorlarda sıralı dolaplarımızın önünde pijamalarımızı giyip, botlarımızı da dolaplarımızın önüne bırakarak yataklarımıza gittik kurallar gereği.

Askerlikte ilk gece çok garip cidden. Yatıyorsun, uyuyamıyorsun. Aklında geride bıraktıkların var, askerlikte nelerle karşılaşacağının düşüncesi var falan. Onları düşünürken daldığım uykum çişimin gelmesiyle bölündü gece bi ara. Muhtemelen gecenin üçünde falan. Kalktım, ara katlarda bulunan tuvaletlerin birine ulaşmak için yarım kat yukarı çıktım. Tuvaletten çıktım, koğuşa döndüm, yattım.

Oh, ne güzel.

Ta ki sabaha kadar.

Sabah 5:30'da uyandırıldık. Neyse ki kısa dönemler görece baya medeni oluyorlar da "Arkadaşlar, sabah oldu, hadi kalkın lütfen" diye uyandırıyor o günün koğuş nöbetçisi. Kalktım, giyinmek için koridordaki dolabın başına gittim.

A aa? Botlarım yok! Ulan, botların çalınır demişlerdi, ben de kendimi buna hazırlamıştım, tamam. Ama ilk geceden bot mu çalınır lan? Toplasan 3 sat giymiştim daha. Özene bezene keçe yerleştirmiştim içine. Onu bıraksaydı bari çalan.

Sonra soğukkanlılığımı koruyarak "Neyse, bugün de terlikle gezerim. Komutanlar anlayışla karşılar herhalde" diye düşünüyorum ama bi yandan da ilk günümde böyle bir rezillikle tüm bölüğün celebrity'si olma düşüncesi canımı sıkıyor.

Yapacak bir şey yok diyip dolabımı açtım.

Oha! dolabım da bomboş. Botları çaldın, bari dolaptakileri bıraksaydın lan.

Bomboş dolabı görmenin şoku takriben 2 saniye sürdü, zeki bir Türk askeri olarak kendimi hemen toparladım. Sonra kafamı kaldırıp önünde bulunduğum -ve ilk gecemin yarısını içinde geçirdiğim- koğuş numarasına bakmak geldi aklıma.

Gece koğuşumdan kalkıp, yarım kat yukardaki tuvalete gitmiş, işim bittikten sonra bi yarım kat daha yukarı çıkarak koğuşumun bir üst katındaki, tam koğuşumun hizasına gelen koğuşa dönmüştüm.

Çok büyük bir şans eseri o koğuşta kendi yatağımmışcasına yatıp uyuduğum yatak boştu da, kendimi askere yeni teslim olmuş başka bir kısa dönemin koynunda bulmadım. Neyse ki ilk sabahtı, kimse birbirini tanımıyordu. Haliyle o koğuşta olmaması gereken birinin uyuduğunu da farketmemişlerdi.

Hiçbir şey olmamış gibi indim kendi koğuşuma. Yerli yerinde duran botlarımı ve eşyalarımı giyim, çıktım dışarı.

Bu arada, iki olay demiştim de. Bu postu bile pazartesi yazmaya başlayıp çarşamba gecesi bitirebildim. Diğer olayı da yazarım bi ara.

20091219

Bir entelektüelite göstergesi olarak üç nokta yanyana

Bir asker arkadaşım var, yazar kendisi. Kitabını hala bitirememiş olsam da yazdıklarını ve yaptıklarını takdir ettiğim bir insan. Belli bir kitle de var haliyle onu takip eden.

Neyse işte, facebook'ta her "status" değiştirdiğinde, her yeni not eklediğinde çeşitli yorumlar geliyor söz konusu kitlenin bir kısmından.

Yorumları pek okumuyorum da, hep gözüme takılıyor. Üç yorumdan iki tanesi falan "..." ile bitiyor.

Bir örnek not;

İstanbul senin için neyi ifade ediyor?

- Özgürlük...
- Mahkumiyet...
- İstabul başımın belası sevgilim...


Eee?

Genel olarak insanlar cümlelerinin sonuna "..." koyunca cümleye edebi bir değer, bir gizem kattıklarını falan düşünüyor sanırım.

Ya da "üstadım, bu konu üzerinde saatlerce tartışabilirim ama şimdilik şu iki kelimeyle idare ediver, çok meşgulüm" demek istiyorlar.

Ama o kadar sık kullanıyorlar ki, tren rayı niyetine üç nokta yan yana kullanılabilseydi şu boşa kullanılan üç noktalarla yurdun dört bir tarafını demiryolu ağlarıyla örebilirdik resmen.

Bense illet olurum bu noktalama işaretinin sürekli kullanımına.
Özellikle bir dönem yardıra yardıra yazardım, varsan baksan sayılıdır bu işarete başvurduğum.


Bi de bana neyse.

Entelektüelite kelimesini de ben mi uydurdum emin olamadım bi an.

20091218

Karşılaşmış Mıydık?

Bence kadınlar kendilerine kur yapan erkeğe "Daha önce bir yerde karşılaşmış olabilir miyiz acaba?" sorusunu sormalı, erkeği denemek adına.

Kadın "Hiç sanmam, karşılaşmış olsak bu güzelliği mutlaka hatırlardım" minvalinde bir cavap alırsa bilsin ki karşısındaki erkek klişelerin, ucuz numaraların adamı.

20091217

Jack

Karısı tarafından çok eğlendirilen Jack'e ne denir?

Karın neşen Jack.

Geceleri Teyp Çalan Terör

İki üç hafta önce apartmanın otoparkında yan camı patlamış bi araba gördüm. "Ah yazık, öndeki araba taş falan fırlattı herhalde" diye düşündüm.

Ertesi gün arabanın sahibiyle karşılaştım, "dikkatli olun, dün gece daha geçen hafta aldığım navigasyonlu teybimi çalmışlar" dedi.
Adama geçmiş olsun dedikten sonra ne safmışım, dedim kendime de.

Bu sabah, otoparkta arabamın yanında duran arabanın arka camı patlak, o camı taşıyan kapısı da açıktı. Oha dedim, yine hırsız.

Tam bu kez o kadar da saf olmadığım için kendimle gurur duymak üzereyken kendi kapıma ulaşmak için camı patlatılmış arabanın kapısını avuçlayarak kapattığım geldi aklıma.

Şimdi hafiften tırsıyorum parmak izi falan alırlarsa benim parmak izim de tabak gibi çıkacak diye.

20091215

Dev. Fav.

Fotoğraf çekme konusundaki aktivitem markette gördüğüm jelibon, çırpma aparatı; şirkette gördüğüm somun, cıvata vb. malzemeleri alıp eve getirip şekilden şekile sokarak fotoğraflamaya çalışmak suretiyle devam ediyor çoğu zaman. Kafamda canlandırdığım gibi sonuç elde ettiğim pek olmuyor.

Haliyle hiç de iddiam yok fotoğraf konusunda.

Zaten üç insandan birinin ayna yardımıyla çekilmiş, yüzünün yarısının dslr makine tarafından kapatıldığı self portrait fotoğrafa sahip olduğu bir popülasyon içinde iddialı olma sırası bana gelmez şimdilik.

Asıl olay o değil zaten.

Şu: Deviantart'a eklediğim fotoğrafları favorileri arasına alan kullanıcılara göz gezdirip bir istatistik çıkardım dün kendi çapımda.

Fotoğraflarımı beğenip favori yapan kullanıcıların çoğunun yaşları 18-15 arasında. 14 falan da var hatta. Sanırım bir, hadi en fala iki kişi var 20 yaş üzeri. Büyük çoğunluğu dişi.

Tamam, yaş kesinlikle bir kriter değil. Ama yine de bi bozuldum resmen.

Tam kendimi ortaokullu kızların hastası olduğu Hepsi grubunun fotoğraf çeken hali gibi hissetmeye başlamıştım ki solo takıldığım geldi aklıma.

Azıcık içim rahatladı.

20091211

Eyvah

Sabahtan beri eşekler gibi yağmur yağmasına rağmen ekstra bir trafik yoğunluğu yoktu. Hatta normalden daha azdı trafik.

Hava buz gibiydi. Şirkete geldim, her zaman üşüdüğüm odam sıcaktı.

Bugün bi garip. Dünyanın sonu falan olabilir.

20091210

Mum

Karanlıktasındır. Bir mum bulursun el yordamıyla, şansının yardımıyla.

Cebindeki son kibriti o mumu yakmak için kullanırsın. Aydınlanır etrafın. Çevreni görmeye başlarsın. Önünü göremediğin için sağa sola çarpmamak için hareketsiz kalmak zorunda değilsindir artık. İçinde bulunduğun odayı keşfe dalar gözlerin. Karanlıkta göremediklerinin farkına varırsın. Duvarların renginin ne güzel olduğunu, köşede duran pikabın eski olmasına rağmen hala nasıl bu kadar bakımlı olabildiğini düşünürsün.

Sonra mumun gelir aklına. Ya sönerse diye korkarsın.

Sönmemelidir o mum. Sönerse yine karanlıkta kalırsın. Artık kibritin de yoktur onu yakacak. Mumun sönerse kim bilir ne zaman tekrar aydınlığa çıkarsın.

Bu korkuyla kuytu bir yere çekersin mumunu, elin çarpar da devirirsen diye.

Sonra bu da yetmez, etrafına bir set çekersin, rüzgarın gelip mumunu söndürmemesi için.

Etrafında o set varken odanın eskisi kadar aydınlanmadığını farkedersin. Ama olsun, bu haliyle de yanıyordur mumun. O senin ışığındır. Hatta sıcaklık da verir sana, içini ısıtır biraz.

Ama mumunun üzerine fazla düşer, rüzgardan sönmesin diye üzerine bir fanus kapatırsan en büyük hatayı yaparsın.

Fanusun içindeki oksijen bitene kadar çok kısa bir süre yanar, sonra gözünün önünde söner gider mumun.

Yine kalırsın karanlıkta. Yaptığın hatanın farkında, tekrar ne zaman aydınlanacağını bilmeyerek.


Aşk da böyledir bazen. Karanlıkta olmasan da biri girer hayatına. Onu tanımadan önceki zamanlardan daha aydınlık oluverir dünya senin için.

Mumun olur senin. Hayatına o girmeden önce de yaşıyorsundur, mutlusundur. Ama o varken hayattan daha fazla keyif almaya başlarsın. Farklı bir gözle görürsün içinde yaşadığın dünyayı. Gökyüzünün mavisinin ne kadar güzel olduğunu, kuşların ne kadar melodik öttüğünü düşünürsün kendi kendine.

Bazen etrafına set çekmen gerekir sevdiğinin. Ama o senden uzaklaşmasın diye değil, o korktuğu şeylerden uzak kalsın diye. Kendini set çekersin, o kimseye anlatamadığı sıkıntılarını sana anlatabilsin, anlatırken omzunda uyuyup kalabilsin diye. Sonra kaldırırsın o seti tekrar. Çünkü bilirsin ki onun ışığı kolay kolay sönmez.


Sevgili de mum gibidir. Senin olsa da, sana ışık vermeye devam etmek için havaya ihtiyacı vardır. Nefes almaya, kendi gibi olmaya.

Işığı hiç sönmesin diye onun üzerine bir fanus kapatırsan çok kısa sürer ışığı. Sonra gözünün önünde söner, gider.

Sevgiye dair son gücünü zaten en başında kibrit misali kullanmışsındır bu sevginin ateşini yakabilmek için.

Işığın sönünce eskiden normal gelen dünyan daha bi karanlık gelmeye başlar sana.


Kim bilir ne zaman kendinde güç, karşında bir mum bulursun da aydınlatırsın dünyanı tekrar.

20091209

Büyük Adam

İlkokul dörtte gittiğim dersanedeki Türkçe öğretmenim sınıfta başka kimsenin cevaplayamadığı bir soruyu cevaplamam üzerine "Sen büyük adam olacaksın" demişti. Hala çok net hatırlarım o anı.

Nerden baksan 18-19 yıl oldu.


Öğretmenim, saygısızlık etmek istemem ama;

Ben hala o büyük adam olacağım günü bekliyorum lan.
Heveslenmiştim hiç yoktan.





Göz > Gözlük > Gözlükçü > Gözlükçülük

20091208

Trabzon

Temel'e "Ankara'nın en çok nesini seviyorsun?" diye sormuşlar,
"Haçan Tirabzon'a dönüşinu" demiş.

20091207

Taksimat

Haftasonu karı koca iki arkadaş İzmir'den İstanbul'a geldi. Soner de yanlarındaydı. Bi de Utku aramıştı uzun zaman sonra, taksimde olcaz diye. İyi dedim, zaten gelicem o tarafa.

Trafiğin akşam dokuz gibi azalacağını düşündüm. E akşam dokuza kadar da boş boş oturmak olmaz diye bir kaç saat uyudum akşam üzeri. Sırf uyuyabilmek için kendimi bu trafik olayına inandırmış olabileceğim geldi bi an aklıma.

Sonra gitti hemen.

İyi ki de gitmiş, dokuzda evden çıktım, yaydıra yaydıra geçtim karşıya. Trafik falan yoktu pek, ta ki taksime yaklaşana kadar. Bi süre sonra yaydıra yaydıra gidememeye başladım.

Taksim resmen doluydu geçen cumartesi. Öyle mecaz anlamda falan değil, bildiğin doluydu. Alabileceği insan kapasitesini almıştı içine. Hatta dolmuştu da taşıyordu.

Taksim iyi ki bardak değilmiş diye düşündüm. Öyle olsaydı az sonra elinde 3 katlı dandik kağıt havluyla bi manken belirip o taşan kalabalığı siler, sonra da "sabrım taşarsa silerim" gibisinden artistik laflar eder diyebilirdi çünkü.

Korktum.

Hayır kadının öyle iddialı laflar etmesi neyse de, dandik kağıt havluyla silinen insanlara yazık olur. Kim bilir ne kadar serttir o dandik havlunun yüzeyi. Selpak falan olsa o kadar korkmazdım mesela.

Toplam kapasitesi dünyadaki araçların yarısına denk olduğunu düşündüğüm 3 otoparka baktım, üçünde de sıra var deli gibi. Ruhunu sıra beklerken teslim etmezsen beklerken önündeki arabanın üfürdüğü egsoz gazını solumaktan teslim edersin, kaçarın yok. Otoparka girebilmek için arabayı yağlı kızaklar üstüne yerleştirip öküzlere çektirmekten başka çözüm görünmüyor.

Bi taraftan da bizimkileri arıyor ara ara. Oturmadık, seni bekliyoruz diye. En son dayanadım, misafirlerim kusura bakmasın diye düşünerek aradım, siz oturun ben geri dönüyorum dedim. Bekle madem, biz de gelelim dediler. Geldiler de Beşiktaş'a gittik, medeniyete kavuştuk.

20091205

Yolver

Wolverine için şahane slogan:

Wolverine, görünce yolverin.

Niyet - Kısmet

İyi niyet bazen çok bayıcı olabiliyor.

Farlarımın birinin ampulü patlamış, ben gidip yeni ampul alana kadar akşam altı oldu. Eh dedim, işler bitsin ondan sonra değiştiririm.

İndim aşağı, daracık bir delikteki ampulü çıkarıp yerine yenisini takmakla uğraşıyorum. Bi tanesini değiştiricem, daha sırada diğeri var. Karanlık. Şirketin önündeki sokak lambasının ışığı en büyük lüksüm. Depocu arkadaşlardan biri gelip dikildi, "abi yardım edeyim mi" diye. "Gölge etme başka ihsan istemem" durumu tam. "Biraz kenara gel de ışığı kesme o yeter, ben hallediyorum" dedim.

Zaten akşam yedi olmuş, gece dışarı çıkmayacak olsam hayatta değiştirmem tek farla giderim eve kadar. Bizimki kenara geldi biraz ama ısrarla izlemeye devam ediyor. Bişeyle uğraşırken dilimi çıkarmışsam çok konsantre olmuşumdur olaya. Ve sinir olurum o an sağdan soldan gelen tavsiyelere.

Ama bizimki illa ki yardım edecek. Bi baktım, çıkarıp karıştırmamak için farklı yerlere koyduğum eski ampulleri almış, "abi bunları atıcaz di mi" diye soruyor. Dur dedim, çalışıyor onlardan biri. Ee? Hangisi? Karıştırdın ikisini. İşin yoksa bi de onu anla şimdi. Hallettik onu da. Ampulleri de taktık.

Eski ama sağlam ampulu kutusuna koymak kaldı bi tek. Kutu nerde? Çöpte. Benim yerime arkadaş atıvermiş.

20091204

O

Çiçeğim

2

İki gün boyunca "nerde kaldı bu" diye TNT'ye saydırarak beklediğim evrağı aslında üç gün önce teslim aldığımı farkedecek kadar yorgun olabiliyor bazen beynim.

20091201

Sahibinden Kısa Mesaj

Bayramımın kısa mesajla kutlanmasından pek hazzetmiyorum. Bildiğim kadarıyla bir çok insan hazzetmiyor bu durumdan. Ama bir çok insan da hala kısa mesajla bayram kutluyor. Demek ki toplamda hakikaten çok fazla insan var.

Bilmem umurlarında mı ama kısa mesajla bayramımı kutlayanlara genelde cevap yazmıyorum. Bariz seri mesaj oluyor çünkü onlar, rehberde A'dan başlayıp Z'ye kadar inerek herkese uğrayan mesajlar. Hatırlanmak falan değil yani bu durum. Gönderenin sizi hatırlaması değil, telefon rehberinde sıranızın gelmesi olayı bu.

Bu bayram Nazlı "Bütün bayramlarınızın şahane geçmesini dilerim" diye mesaj atmış, bi ona cevap yazdım "Bütün bayramlarınızın dokuz günlük resmi tatil olmasını dilerim" diye.

Hadi neyse, kısa mesajla bayram kutlama olayını bi yere kadar kabullenebiliyorum. Ama bazı insanların kutlama mesajının sonuna isimlerini yazmasını aklım almıyor bir türlü.

Bayram kutlayacak kadar muhabbetin varsa zaten kutladığın insanın telefon rehberinde kayıtlısındır. Yok kayıtlı değilimdir diyorsan zaten çok da muhabbetin yoktur.

Tanıdığın ama senin numaranı kendi telefon rehberine kaydetmediğini düşündüğün birine neden kutlama mesajı gönderirsin ki?

Belki de "Bak ben rehberinde kayıtlı bile değilim ama bayramını kutluyorum" şeklinde inceden bi utandırma hevesidir bu.

Yine Nazlı hatırlattı, geçen yıl "Bayramınızı en içten dileklerimle kutlar, nice mutlu bayramlar dilerim. Tarık MENGÜÇ" şeklinde bi tebrik mesaj göndermiştim.

Bi nevi bi karşı duruştu, bi protestoydu bu duruma. Gerçi bu protesto mesajını sadece Nazlı'ya gönderdim sanırım -ve umarım- ama olsun.

Seri kısa mesajlar yoluyla kutlanmaktan hazzetmeyen herkes böyle yapmalı belki de. Karşı taraf "Mal mı lan bu?" diye düşünüp mesaj göndermekten vazgeçebilir.

İlk-Okul

Geçen Perşembe telefonuma bir kısa mesaj geldi. Baktım, bayramınızı kutlarız diyor. Gönderene baktım, Atatürk İlköğretim Okulu. İlkokulum.

Yuh, dedim. Mezun olduktan sonra kapısından içeri girmedim ilkokulumun. Telefonum rehberde kayıtlı değil ki kayıtlı olsa bile sanmıyorum okul idaresi rehberden numara araştırsın. Facebook'tan ilkokul arkadaşlarımı falan bulmuşluğum da yok. Bulmuşluğum var gerçi de bulduklarımda telefon numaram yok. İlkokuldan beri arkadaşlığımın -yakın olarak- devam ettiği bi Emrah var işte. Telefonumu o vermiş olsa bir şekilde bana da söylerdi illa ki. Bilemedim telefonumu nerden bulmuşlar.

İlkokulumdan mesaj almak hoşuma gitti resmen. Sonra ilkokuldan ne zaman mezun oldum diye düşündüm. Üniversite biteli zaten altı yıl olmuş. Dört yıl üniversite, üç yıl lise, dört yıl da ortaokul. Bi daha yuh dedim. Onyedi yıl olmuş.

İlkokula başladığım ilk günü bile hatırlıyorum oysa ki.