20130325

Sorry, Buro

Bir ay kadar önce başladığım yeni işim sebebiyle artık makul aralıklarla tıraş olmam gerekiyor. Aslına bakarsan yıllardır yaptığım gibi hiç tam anlamıyla tıraş olmayıp sakallarımı çeşitli uzunluklarda tutmak bence gayet makul, ancak kapitalist düzen bu konuda benimle hemfikir değil ne yazık ki. Öyle olunca ilk iki hafta haftada dört günle başlayan tıraş olma serüvenimi haftada iki günde dengeleyerek derdi kendimce enazladım. (minimize ettim demek istiyorum, okulda aldığımız ders için Türkçe kaynaklara da başvurmamız gerektiğinde bu terim nasıl sinirimi bozardı)

Tıraş olmak için de haliyle bir cihaz gerekli, yanaklarım elma gibi oldu diye meyve bıçağıyla tıraş olacak halim yok. Tıraş makinesi fikri de sakalları tamamen yok edip pürüzsüz bir cilt vaadinde gözümde yıllardır inandırıcı olamadığından tıraş işlemini (oha ne kadar çok tıraş demişim. Bak yine dedim.) bana göre yüzyılın en ilkel kalmış araçlarından biri olan jiletle halletme yoluna gittim. Gel gör ki bebeksi olmasa da hassas olma konusunda ısrarlı cildim jiletin soğuk çeliğiyle bir türlü barışmadı. Belki de jiletle her tıraş oluşumda aklıma jiletlerin hurda gemilerden yapıldığı fikri düştüğünden ve yıllarca hizmet etmiş gemilerin sonlarının bu olmaması gerektiğini düşünüp hüzünlendiğimden adam gibi kesemiyorum sakallarımı, kim bilir.

Neyse işte, bu akşam evde otururken ani bir gazla ve bir süredir elektronik eşya almamış olmamın bana verdiği yetkiye de dayanarak bir tıraş makinesi almaya karar verdim. Bakınıp gözüme bir model kestirdim ve ardından "Vatan Bilgisayar'a gideyim, yakın" diye düşündüm. Sonra "Trafikle uğraşmayayım, yürüyüvereyim" dedim ve düştüm yola. Bostancı Köprüsü'ne doğru tırmanırken kulağımı sıyırıp geçerek sanki kadim dilde mesajlar fısıldayan soğuk rüzgara aldırmıyor, kendime "Bilgisayarcı şu tepenin (Bostancı Köprüsü) ardında" diye diye bir nevi rangercılık oynuyordum. Zaten o an çevrenin Orta Dünya'dan tek eksiği her an ortaya çıkma tehlikesi olan orklardı. Tek fazlasıysa koca koca binalar ve vızır vızır geçen motorlu taşıtlar.

Tepeye ulaştığımdaysa hevesim biraz kırıldı, yüzüm de o an muhtemelen Frodo'nun kabız olmuş gibi bakan yüzüne benzedi. Çünkü köprünün üzerinden baktığımda bilgisayarcı, tahmin ettiğimden çok daha uzakta görünüyordu. Köprü Mordor olsa ve salak Gollum bilgisayarcının orada yüzüğü parmağına geçirip üzerine iki de işaret fişeği ateşlese yine gözün pek dikkatini çekmez, öyle diyeyim.

Eh, oraya kadar çıkmıştım ve yoldan dönmek olmazdı. "Sen mi büyüksün İstanbul, ben mi" dedim içimden (5 yıldır İstanbul'da yaşıyorken bu cümleyi de bir tıraş makinesi yüzünden kurmuş olmam bu konudaki çaresizliğimi anlatıyordur sanırım) ve yürümeye devam ettim. Çıktığım köprünün diğer ucundan indim, iki üç ara sokaktan geçerken kendime "lan buralar da outlet cennetiymiş, bir benim outletimi açmamışlar" dedim. Bir ara salak gibi köprüye tırmanmak yerine metro durağını kullanıp e-5'i alttan geçmenin çok da makul olabileceğini düşünüp kendime kızar gibi oldum ancak metro istasyonunun da bir nevi in olduğunu, içinde orklardan goblinlere türlü düşman barındırabileceğini düşününce bunun mantıklı bir fikir olmadığına karar verdim.

Sonunda bilgisayarcıya ulaştım, içeri girdim ve ilgili reyona gittim.


Ancak görevli benim için "Thank you Buro, but tıraş makinesi is in another mağaza" anlamına gelen cümleyi kurdu ve o an Mario oynarken cinnet geçiren çocuğun ne hissettiğini anladım.



Tırıs tırıs eve döndüm sonra.

20130317

Beni Müziğe Küstürmeyen Güçlendirir

Bazen gerçekten mazlum bir nesil olduğumuzu düşünüyorum artık yaşı kemale ermeye yakınsayan 81 doğumlular olarak. 81 doğumluların Anadolu Liseleri Sınavı'na iki kez girdiği, Öss'ye tam gireyazmışken sınavın iptal edildiği klişelerine dokunmak istemiyorum ama teğet geçmeden de duramayacağım.

Anadolu Liseleri Sınavı'ndan hemen sonra kendimi sokağa atıp caminin avlusunda "bu boş bıraktığım soru için. bu çeldirici şıklı soru için" falan diye bana problem çıkaran her soru için bir gol atmaya çabalarken annem gelmişti yanıma, sınav iptal demişti de "seni çılgın" diyip inanmamıştım. Sonra sınavın gerçekten iptal olduğunu öğrenmiştim de dünyam kararmıştı. Annemin çıldırmamış olduğundan emin olmak tek tesellimdi, öyle atlattım o buhranı.

İkinci sınav iki hafta sonra mı ne olmuştu. Belki de iyi olmuştu, belki de ilk sınavda alacağım puanla kazanamayacaktım, bilmiyorum. İkinci sınava kadar o kadar yoğun çalıştık ki annem, babam ve ben; ailecek çözemeyip ertesi güne bıraktığımız soruyu annemle hemen hemen aynı anda rüyamızda çözüp uyandığımız olmuştu.

Öss'nin iptali buhrandan çok eğlenceye sebep olmuştu ben ve arkadaş grubum arasında. Okulumuzun en çalışkan öğrencisi (ki kendisi deneme sınavlarında üçüncü olunca bile bunalıma girerdi ve bazı arkadaşlarım deneme sınav sonuçları üzerinde çeşitli oynamalar yapıp kendisini üçüncü dördüncü falan gösterirdi) iptal olan sınavın bir gün öncesi stres atmak için gittiği avm'de bizim yan sınıfta okuyan ve üç yıldır hoşlandığı arkadaşı görünce -artık stres hormonları nasıl etkilediyse- dayanamayıp arkasından yaklaşıp beline sarılmıştı. olayın şokuyla ablasının eşinin yanına koşan kız "bana böyle böyle yaptı" diye anlatıp eşkal verirken de sadece "gözlüklü" diyerek bir insan için homo sapiens dışında verilebilecek en genel eşkali verince eniştesi de bulduğu ilk gözlüklü ve konudan tamamen alakasız adamı pataklayarak ufak çapta bir olay çıkarmıştı. O sırada bizim arkadaş kabahatinin büyüklüğü sebebiyle ailesinden de korkup eve gidip nüfus cüzdanını, sınav kalemlerini, yumuşak silgisini ve okunmuş şekerini alarak kendini dışarı atmıştı. Yanlış hatırlamıyorsam bir camide falan sabahlamıştı o sabah ve haliyle sınavın iptal edildiğini ancak sınav salonuna girmeye çalışırken öğrenmişti.


Neyse, iyi ki teğet geçtim bu iki olaya.

Asıl konumsa zaten bilgimin sığ olduğunu defalarca belirttiğim müzik konusu. Bugün bir arkadaşımın gönderdiği bir şarkıdan sonra aklıma geldi de, nesil olarak gerçekten büyük travmaların eşiğinden dönmüşüz müzik konusunda. Ben ortaokuldayken özel televizyon ve radyolar yeni pırtlamıştı ki ben bile yerel bir televizyonda sunucu olacaktım o halimle o zamanlar. Lisedeyken de müzik kanalları iyice artmıştı. Eko Tv falan vardı, taşra kentimizde çeken nadir müzik kanallarından. Müzik kanalı, radyo falan o kadar artınca arz da haliyle artmıştı ve o arzı karşılamaya hazır olmayan biz minik talepkarlar neyin iyi, neyin kötü olduğunu anlama çabasında neredeyse boğuluyorduk arz havuzunda. Hani "benim sevdiğim müzik tarzı şu" desen yine yetmiyor, her tarztan onlarca adam çıkıyordu her ay gözümüzün önüne. O zamanlar internet de yok ki adam gibi. Ben lise sondayken mi ne gelmişti bizim eve, onda da bir şarkı yarım günde inerdi. Her önümüze çıkan grubu/şarkıyı "albümünü alayım, internetten indireyim de hazmedeyim" şeklinde değerlendirme şansımız da yoktu yani. Önümüze her çıkanı hemen yutma ya da reddetme durumundaydı. Çıkanların neredeyse tamamı havai fişek gibi yükselip parlayıp bir anda sönüveriyorlardı gerçi. Ama göz alıyorlardı, ses çıkarıyorlardı, rahatsız ediyorlardı.

Ne güzel devam edecektim de gerçekten üşendim, postun müsebbibi şarkıyı iliştireyim en azından.