20111127

Atp

S: Nescafe'nin türk kahvesini sen mi aldın.
B: Evet ya, merakımdan aldım geçen hafta.
S: Tadı nasıl peki?
B: Bilmem, denemedim daha.

20111126

B

B: Sıçtık!
A: Tamam, sakin. B planına geçelim.
B: O ne peki?
A: Bilmem, ismi B ile başlayan sensin. B planını da sen düşünmeliydin.
B: Tekrar ediyorum, sıçtık.

Hey

Ev arkadaşıma vasiyet ettim: Ölür kalırsam benim balkonun derinliklerine iyice bir bak. Kesin öldükten sonra kıymete binmemi sağlayacak bir yazı, fotoğraf, mermer falan bulursun.

20111125

labebe

Bilinmediği üzere uzun zamandır, ki bu uzun zaman yaklaşık bir yıl, kendime ait bir domain edinme düşüncesindeydim. Haklı olarak da "almışken kısa bir şey alayım, seneye almaya gerek kalmaz" diye düşünüyordum nitekim saray yavrusu uzunluğunda bir adres stüdyo daire kıvamındaki bir adres kadar kolay akılda kalmıyor. Kaldı ki akılda kalsa bile merababenburohemyakisiklihemsempatigim.com gibi bir adresi yazmaya her şeyden önce ben üşenirdim zaten (bi seferlik üşenmedim, hadi yine iyisiniz) Bir de işte uzantısı .com, o olmazsa.co (çakma .com diyorum buna ben. Memesiz .com da diyebilirim tek m yerine iki m ekdik olsa. Ama sadece bir m eksik. Zaten terbiyesiz bir adam da değilim.) (oh, sonunda kapadı parantezi. Bak ama, yine açmış) olsundu. Başka da bir dileğim yoktu.

Gel gör ki hem -en azından kendimce- anlamlı, hem de kısa sayılabilecek bir domain bulmak pek de kolay değildi. Buro.com gibi tam istediğim gibi domainleri boş bulamayacağımı zaten biliyordum, yine de bir umut sorgulattığımda karşıma çıkan "o dolu, ama şunlar var" tavsiyesine uyup ozburo.com, luxburo.com gibi domainleri de alacak değildim tabi. İstediğim gibi bir şey bulamadığımdan da bugüne kadar geldim düşüne düşüne.

Sonunda, sanırım yine Behzat ç izleyip Ankara özlemimi depreştirdiğim bir pazar gecesi, hayatımın üçte birine yakın zamanında yaşamış olmama güvenerek kendime iliştirdiğim "Fahri Ankaralı" nişanıma dayanarak yeni blog adresimi buldum.

Yukarıda görüyor olmanız lazım zaten.

20111116

SoF

Eve dönüş yolunda radyoda karşıma çıkan Soldier of Fortune'u dinlerken geldi aklıma;

Bir yaz gecesi, bir mekanın balkonunda otururken alt kattaki mekandan gelen canlı müziğe takılmıştı da kulağım, "Soldier of Fortune mu çalıyorlar?" diye sormuştum.

Sonradan anladım ki kıraç insanının bir şarkısıymış çaldıkları.

Kıraç şarkısını bile Soldier of Fortune gibi hissettirdikleri için çalan adamlara mı saygı duymalıydı, yoksa aklımın o şarkıyı bu şarkıymış gibi hissedecek kadar havada olmasına mı şaşmalıydı.

Onu bilmiyorum.

20111112

Yemek Yapıyorum

Yemek yapmayı nasıl da sevmediğimi şurada, orada, burada belirtmiştim daha önce. (eheh, bak bu sefer fake attım, naber?) Şurada bahsetmiştim ama sahiden.

Yemek yapmak benim için üşengeçlikten öte bir şey. Ne bileyim, evi toparlaman gerektiğini bilir de toparlamaya üşenirsin. Ama toparlamanın da fayda sağlayacağını bilirsin ya. Hah, yemek yapmak öyle değil işte. Yemek yapmaya üşeniyorum ve yirmi dakikada tüketeceğim yemeği yaparken geçen zaman bana sadece kayıpmış gibi geliyor. (Aslında öyle değil, biliyorum).

Bu konuda pek becerim de yok haliyle. Yemek yapan arkadaşlarıma yardım için mutfağa girdiğimde "sen içeri git, keyfine bak Burocum, nolur" tepkileri alıyorum genelde. Arkadaşlarım beni çok severler zaten. İstemediğim bir işi yaparak yorulmama gönülleri hiç razı gelmez. Yoksa yardım edeyim derken yemeği berbat edecek olma ihtimalim akıllarından geçmiyordur eminim.

Yemek yapmayı bırak, arkadaşlarımın evde yemek yapıyor olması bile beni ara sıra geriyor çünkü kendileri yemek masasında yemekten sonra da bir yarım saat konaklama meraklısı insanlar genelde. Bense yemek bittikten sonra hemen masadan kalkma derdinde oluyorum her zaman. Eh, eşek de sayılmam, hem yemeği yapana saygımdan, hem de "insanlar yemek yaparken ben göbüşümü kaşıya kaşıya gezdim, bari masayı ben toplayayım" düşüncesinden yemek masasından pat diye kalkamıyorum. Sonra da bana daral geliyor.

Hayır horon tepmeyi seviyor olsam "ha uşağum, ha, ha!" diyip horona kaldırma bahanesiyle kaldıracağım adamları masadan, o sırada da kemençe çalar gibi yapıp masayı toplayacağım ama horon da sevmiyorum/bilmiyorum ki.

Neyse işte, hal böyle olunca ve ben yemek yapmayı bir türlü sevemeyince yemek yapma konusunda değil de dışarıdan yemek söyleme konusunda uzmanlaşmayı tercih ettim. Dengeli beslenmek de pizza, hamburger ve dürüm döneri haftanın yedi gününe dengeli bir biçimde yaymak haline geldi benim için. Bu zorlu yolda en büyük yardımı da desteğini benden bir kez olsun esirgemeyen yemeksepeti'nden alıyorum tabi. Hatta kendisine öyle alışmışım ki (bunu şu an kendisinden bir insanmış gibi bahsediyor oluşumdan da farkedebilirsiniz aslında) geçen yıl mıydı neydi, yemeksepeti'nin servis dışı kaldığı bir gece ben resmen aç kaldım. Onsuz dışardan söylediğim yemek boğazımdan geçmiyor olacak ki buzdolabı üzerinde duran onlarca magnet üzerinden bir restoran seçip sipariş vermek aklıma bile gelmemişti. Hatta bu olaydan yemeksepeti yetkililerine de bahsedip "bak, marka bağımlılığı üzerine güzel reklam olur, hem yaşanmış bir hikaye" falan diyeyim diye düşündüm bir ara. Ama "mal mısın?" tepkisi alabileceğim aklıma gelince vazgeçtim bahsetmekten, kendi içimde yaşamaya karar verdim bu ihtirası.

Gel gör ki ikili ilişkilerde (ikili derken ben ve yemeksepeti) gidişatı belirleyen yalnızca iki taraf olamıyor her zaman. Üçüncü şahıslar/farklı koşullar da işin içine girip ikili ilişkinin kaderine etki edebiliyor, huzurlu gidişatın üzerine kabus gibi çökebiliyor bazen.

Ve ne yazık ki bir süre önce bizim üzerimize de bir kabus çöktü: Kapı otomatiğimiz bozuldu!

Bu durumda yaşadığım üşengeçlik ikilemini tarif etmem de gerçekten çok zor. Yemeksepeti'nden söylediği yemeği getirip de apartmandan içeri giremeyen kurye arkadaşa diyafonla "apartman görevlisinin zilini çalar mısınız, eheh" diye laf anlatmaya çalışmakla evde kendim bir şey hazırlamak arasında ne gel gitler yaşadım bir bilseniz.

Bir yerden sonra apartman görevlisinin zilini çaldırmaya da yüzüm tutmamaya başlayınca 13 katı ev halimle ve "lan yakası sünmüş tişörtü giymişken kesin hayatımın aşkıyla karşılaşırım şimdi" korkusuyla inip kurye arkadaşı kapıda karşılamaya başladım.

Baktım bu hayat böyle çekilmiyor, kapı otomatiği de tamir olmuyor, istemeyerek de olsa kendimi yemek yapmaya adadım bir kaç haftadır. Şimdilik yaptığım sadece spagetti, italyan usulü tost ( kaşarlı tosta böyle diyince daha havalı oluyor sanki) falan ama daha alengirli yemekler yapmam da yakındır.

Buro Usta'dan sevgilerle.